7 Temmuz 2014 Pazartesi

TANRI DEVLETİNDEN KRAL DEVLETE

SİYASAL DÜŞÜNCELER TARİHİ



Laik İktidarın Belirmesi
   Orta Çağın sonlarında, Kilise’ nin  plenitudo potestatis savı büyük tepkilerle karşılaştı.Gerek imparatorlar, gerek ulusal krallar, iktidarlarını papalardan bağımsız kılma amacıyla Roma Kilisesi’ne karşı bir mücadeleye giriştiler. Bu dönemin insanı olan Machiavelli,bu laikleşme sürecine önemli bir katkıda bulunacak ve modern devlet düşüncesinin oluşumundaki gerekli ilk aşamanın geçilmesini sağlayacaktır.
   Roma Kilisesi döneminin değişen koşullarına ayak uydurabilir ve ruhsal iktidar (ya da manevi otorite)ile yetinip siyasal iktidarlarla(İmparatorlukla ve krallıklarla) uzlaşma sağlayabilirdi. Ama tersine plenitudo potestatis  ilkesine daha güçlü bir biçimde sarılarak, bütün dünyevi otoritelerin kendisine bağımlı oldukları savında ısrar etti. Papalığın bu yaklaşımı artık zamanını doldurmuştu. Çünkü , yalnızca imparatorluklar değil, aynı zamanda krallar da papalığın hükmünü reddetmeye başlamışlardı.
    Kilise, feodal düzene özgü parçalanmış bir siyasal alan üzerinde, çeşitli siyasal güçleri birbirine karşı kullanarak hüküm sürebilmişti ve bu ‘’böl-yönet’’ politikasının hala geçerli olduğu inancındaydı. Kral ise paradoksal bir biçimde, feodal hukuk kurallarını kullanarak feodal beylerin güçlerini kırmaya ve ilk aşamada küçük senyörlerin haklarını ayrıcalıklara dönüştürerek onları kendine bağımlı kılmaya girişmiştir. Laik aydınlar düşünsel alanda, tüccarlar maddi alanda merkezi ulusal devleti oluşturma yolunda ilerleyen krala yardımcı oluyorlardı; kısacası burjuvazi, kendisinin de gelişmesini engelleyen en büyük feodal güce, yani Kilise’ye karşı yürütülecek mücadelede kralı desteklemeye hazırdı.
    Ancak, Kralın kişiliğinde somutlaşan egemen devletin kat etmesi gereken uzun ve çetin bir yol ile birde ön koşul vardı: Kralın dışa karşı bağımsızlığını kazanması. Çünkü dış bir gücün ya da güçlerin hükmü altında bulunan bir kralın kendi ülkesinde mutlaka bir otoriteye sahip olması olanaksızdı.
    Dolayısıyla kralın ivedilikle çözmesi gereken temel sorunu, dışsal iki gücü yani imparator ile papaya karşı bağımsız olduğunu ilan etmesiydi. İmparatorluk ciddi bir tehdit oluşturmuyordu. Ancak papalar, yüzyılların birikimi sonucunda Hıristiyan halklar üzerinde manevi bir otorite kurmuşlar ve feodal sözleşmeler yoluyla da ekonomik ve siyasal bir güce ulaşmışlardı, ayrıca aforoz gibi bir yaptırım silahına sahiptiler.
     Kral, gerek Kilise’ye, gerek İmparatorluk ile feodal beylere karşı egemenliğini kurma amacıyla giriştiği mücadele düşünsel (entellektüel) açıdan iki önemli silahla donanmıştı. Bunlar, Avrupa’nın yeniden keşfettiği Roma hukuku ile Aristotelesçilikti.

I.Roma Hukuku ve Aristotelesçilik
    XII. yüzyılda Roma hukukunun yeniden gündeme getirilmesindeki temel amaç, Kilise ile rekabet içinde olan imparatorlara, dünyevi üstünlüklerini kabul ettirebilmeleri için gereken hukuksal kanıtları sağlamaktı. İmparatorların işine yarayan Roma hukukunun kendi çıkarlarına ters düştüğü kanısına kapılan krallar, ilk başlarda bu hukuktan söz edilmesinden bile çekindiler.    Fakat İmparatorluğun zayıflamasıyla birlikte krallar Roma hukukunun kendilerine ne denli yararlı olacağının farkına vardılar.
    Roma hukukunun krala verdiği ilk hizmet, feodal güçlere karşı giriştiği mücadele de ona destek olmasıydı. Çünkü bu hukuk, feodalizme içkin bir anlayışın(yani, iktidarı parçalayıp kamusal alan ile özel alanları birbiriyle karıştıran anlayışın)karşısına, kamusal alan(res publica)ile kamusal güç(imperium)kavramlarını dikiyordu. Yani ülkede tek bir kamusal gücün bulunduğu ve bu gücün de tek bir yerde(kralın elinde)toplanması gerektiği sonucuna ulaşılıyordu. Ayrıca Roma hukuku,yeni düşünsel kategoriler sağlayarak,feodal yapıyı yıkmaya yönelik yeni krallık uygulamalarına hukuksal açıdan meşruluk temelleri kazandırıyordu.
    Roma hukukunun krala sunduğu ikinci hizmet, İmparatorluğun dünyevi hegemonya savlarını çürütmeye katkıda bulunmasıydı. Gerçekte krallık hukukçuları, Roma hukukunu evirip çevirerek ‘’kral ülkesinde imparatordur’’formülünü ortaya çıkarmışlardı. Bu formül aynı zamanda kralın iktidarını sınırlamaya yönelik Orta Çağ iktidar kuramlarını da yadsıyordu.
    Roma hukuku, son olarak, krala papalıktan bağımsız olabilmesi için gereken hukuksal ve düşünsel silahları sağlama hizmetinde bulundu. Ayrıca krallık hukukçuları, papayı devre dışı bırakmak amacıyla Roma hukukunun temel taşlarından birisi olan ‘’imperium’un halktan kaynaklandığı’’ ilkesine de yeniden canlılık kazandırdılar. Siyasal iktidarın kaynağına halkın yerleştirilmesi, papalığın plenitudo potestatis savının iflas etmesi demekti.
    Orta Çağ siyasal iktidar(ve devlet)anlayışının değişikliğe uğratılmasında etkili olan bir diğer yenilik Aristotelesçiliğin yeniden doğuşuydu. Aristotelesçi yaklaşımda Aquinumlu Thomas toplumun(devletin)doğal olduğunu ortaya koymuş, fakat bu düşünceyi mantıksal sonuçlarına kadar götürmemişti. Oysa devletin doğallığı kabul edildiği takdirde, kaçınılmaz olarak, onun oluşumunda yer almayan dışsal bir otoritenin(Kilise’nin otoritesinin)hükmü altında bulunmasının akla aykırı olduğu sonucuna varılıyordu.
     Aristotelesçi yaklaşımda İbni Rüştçülük, akıl ile imanı kesin çizgilerle birbirinden ayırıyor ve bu dünyada mutlu olmak için salt aklın yeterli olduğunu belirtiyordu. Böylece din, bu dünya işleriyle hiçbir ilgisi olmayan bir inanç sorunu haline getiriliyordu. Bu düşüncenin siyasal düzeye uyarlanması, devleti Kilise’den bağımsız kılma sonucunu doğuruyordu. Her iki otorite farklı alanlarla ilgili olduğuna göre, bu yer yüzündeki yaşamı düzenleyip yönetme yetkisi yalnızca dünyevi otoriteye ait demekti. Hatta İbni Rüştçülüğün bu siyasal yorumu daha ileriye götürerek, kilise-aynı zamanda dünyevi bir kurum olma özelli nedeniyle-belli ölçüde devletin denetimi altına sokulabilirdi.
     Aristotelesçilik ve Roma hukuku yaklaşımı şeklinde iki koldan gelen bu etki, meyvalarını ilk önce büyük Fransa Kralı IV.Philippe ile Papa VIII.Bonifacius arasındaki çatışma döneminde verdi.Kısa bir süre sonra,imparator ile papa arasında patlak veren çatışmada da,dünyevi iktidar bu düşünsel yaklaşımlar doğrultusunda savunuldu .

II. Kral-Papa Çatışması
    Fransa Kralı Güzel Philippe(IV.Philippe) ile Papa VIII.Bonifacius arasında 1296 da patlak veren çatışmanın nedeni ; paraya gereksinim duyan krallar uzun zamandan beri,büyük servetler toplamış olan Kilise’nin vergi ödeyerek devletin harcamalarına katkıda bulunmasını istiyorlardı.Roma Kilisesi’nin uzlaşmaz katı tutumu karşısında bu çatışma,çok kısa süre içinde siyasal bir niteliğe büründü.Ancak kısa süre içinde Papa VIII .Bonifacius, geri adım atmak zorunda kaldı. Roma Kilisesi,1297deki Etsi de statu fermanıyla, krala ülkenin korunması gibi ivedi ve zorunlu durumlarda papanın onayını almaksızın din adamlarından ve kiliseden vergi alma hakkını tanıdı. Ancak , Kral bu kadar küçük bir kazançla yetinmek niyetinde değildi.Kilise’de dünyevi iktidar karşısındaki üstünlük savından vazgeçmeye hiç de gönüllü durmuyordu.Ve kral-Kilise çatışması,dört yıl sonra küllerinin arasından yeniden alevlendi.
     Bu ikinci çatışmayı başlatan neden,1301 yılında  Pamiers Piskoposu Bernard Saisset’nin İngiltere ile iş birliği yaptığı gerekçesiyle Fransa kralı tarafından tutuklanıp yargılanmasıydı. VIII. Bonifacius Ausculta fili fermanıyla IV.Philippe’ nin bu davranışını mahkum etti ve Kilise Kurulu’nu toplantıya çağırdı.Güzel Philippe’nin Papa’nın tehditlerine verdiği yanıt,Fransız piskoposlarının Kilise Kurulu’na katılmalarını yasaklamak oldu.
     Bu kurulda yaptığı konuşmasında dünyevi konularda kendisinin üzerinde bir başka güç tanımadığını ve krallığının bağımsızlığını her ne pahasına olursa olsun yalnız Tanrı’ya güvenerek savunacağını belirten Güzel Philippe, Papa ya karşı yürüttüğü politikasını Katmanlar Meclisi(Etats Generaux ; (üç toplumsal katman temsilcilerinin katıldığı meclis))’ne onaylattı. Bu dünyevi iktidar için tam bir zaferdi. Çünkü krala destek verenler yalnızca laik katmanlar yani soylular ile burjuvalara değildi; din adamları katmanı, diğerleri kadar coşkulu bir biçimde olmasa da kralın politikasına arka çıkmışlar ve böylece dünya işeri bakımından krala bağlı olduklarını kabul etmişlerdi.Ama VIII.Bonifacius mücadeleyi bırakmadı;1302 yılının sonuna doğru Kilise Kurulu toplandı ve Unam sanctam fermanı ilan edildi.Bu fermanda iki kılıç kuramına dayanarak bütün dünyevi iktidarların papaya bağımlı oldukları savı işleniyordu.
      Papanın yenilgiyi kabul etmek şöyle dursun üstünlük savında ısrar etmesi ve aforoz tehdidini savurmaya başlaması IV .Philippe’nin sorunu güç kullanarak çözmeye kalkışmasına neden oldu.1303 sonbaharında  Şansölye(Adalet Bakanı) Guillaume de Nogaret,VIII.Bonifacius’u tutukladı.Yaşlı papa kendisine karşı kullanılan şiddetin etkisinden kurtulamadı ve bir ay sonra öldü.Çatışmanın bu şekilde sona ermesi,Fransız monarşisinin Roma Kilisesi karşısında güçlü bir konum elde etmesine yol açtı.
     VIII .Bonifacius’un ardılları,Güzel Philippe’e karşı yayımlanmış olan fermanları geri aldılar ve din adamlarının yargılama yetkilerinin büyük ölçüde kısıtlanmasını kabul etmek zorunda kaldılar.Böylece ulusal devlet,Kilise ‘ye karşı bağımsızlığını ilan ederek,egemenliği yolunda önemli bir adım atmış oluyordu.Bu çatışmanın bir diğer sonucu ise siyasal düşünceler alanına büyük bir canlılığın gelmesiydi.

III. Çatışma Ortasında Karşıt Savlar
     Papa ile kral arasındaki çatışmanın Kilise’nin mülkleri (ve bunların vergilendirilmeleri) konusunda patlak vermesi, papa yandaşlarının Papalığın gücü hakkında daha ciddi bir tavır takınmalarına yol açtı.  Çünkü Kilise ruhani otoriteye sahipse de elinde bulundurduğu mülkler dünyevi alanın içindeydiler. Fakat asıl önemli sorun, ruhani iktidar ile dünyevi iktidar arasındaki sınırın ya da daha doğrusu ilişkilerin belirginleştirilip saptanması konusunda ortaya çıkıyordu. Bu da, her iki iktidarın kökenlerinin ve doğalarının araştırılmasını gerektiriyordu.
  
  A.Papalık Savunucuları
    Bu dönemde Papalık savlarının en önemli savunucusu, Roma’lı Gilles olarak da bilinen Aegidius Colonna Romanus’tur. Aegidius Colonna’ya göre, evrensel(doğal)düzende alt ile üst arasında bir hiyerarşi vardır; bir başka deyişle alt düzeydeki iktidarların üst düzeydeki iktidarlardan türediği ve bütünüyle onlara bağımlı olduğu bir ilişkiler zinciri bulunmaktadır. Ruhun maddeye,ruhani olanın dünyevi olana üstünlüğü de bu doğal hiyerarşinin gereğidir.Dolayısıyla Hıristiyan toplumsal düzeni içindeki dünyevi iktidara ruhani iktidar bağımlı olmak zorundadır.
   Aegidius Colonna, ‘Kilise ile özdeşleşen ve böylece ruhani iktidarı tekelinde bulunduran papa, bu konumdan ötürü bütün dünyevi iktidarların üstünde yer almakta ve onları kendine bağımlı kılmaktadır’ inancındaydı. Papanın dünyevi olan her şey üzerindeki üstünlüğünü daha da vurgulayabilmek için dominium kavramına başvurur. Ona göre, hiçbir dominium, yani gerçek siyasal iktidar anlamında bir kişinin bir başkası üzerindeki iktidarını gerekse mülkiyet üyeliği anlamında bir kişinin bir nesne üzerindeki iktidarını içeren hiçbir alt-üst ilişkisi papanın onayı ile kutsanmadığı sürece meşru değildir. Papayı her türlü meşru dominium’un tek kaynağı haline getiren ve bu özelliğinden ötürü onu(ruhani sorunların dışında)bütün dünyevi sorunların da kesin yargıcı konumuna yükselten Aegidius Colonna’dan  başka plenitudo potestatis ‘i  savunan bir diğer önemli düşünür Viterbo’lu Jacobus’tur.
    Viterbo’lu Jacobus, kilise’ nin  tek  gerçek krallık oluşunu, onun evrensel bir boyuta ve üstün bir işleve sahip olmasına bağlar. Kilise’nin başında bulunan papa, ruhani iktidara mutlak bir biçimde sahiptir ve onu kullanırken de hiçbir sınırla kısıtlı değildir. Elinde bulundurduğu bu üstün güç, papanın her an dünyevi alana karışmasına olanak vermektedir. Daha  doğrusu, eylemlerini ruhani toplumun gözettiği yüce amaca uygun kılmayan bir prensi yada bir kralı yargılayıp cezalandırmak, hatta gerekirse iktidardan almak papanın hem hakkı,hem de görevidir.Bu bakımdan bütün prensler iktidarını papaya karşı sorumlu olarak yürütmektedirler.Açıkçası her iki iktidar da ‘piskoposların piskoposu’ olan papaya aittir;bir başka deyişle gerçek kralın(regnum)doruğunda oturan papa aynı zamanda yer yüzündeki tek gerçek kraldır(rex).
      Viterbo’lu Jacobus’un, tıpkı Aegidius Colonna gibi,’farklı iki  iktidar’ düşüncesini kabul edip kullanmasının tek bir nedeni vardır, o da dünyevi iktidarı mutlak bir biçimde ruhani iktidarın hükmü altına sokmaktır. Bu anlayışın karşısında yer alan krallık savunucuları ise,bu düşünceyi sözlük anlamında ele alarak,yani iki iktidarı kesin çizgilerle birbirinden ayırarak dünyevi iktidarı kilise karşısında bağımsız kılmayı amaçlarlar.
     
  B.Krallık Savunucuları
       Bir Dominiken olmakla birlikte kralın yanında yer alan Jean, düşüncelerini Aristotelesçi felsefenin içine oturtup Roma hukuku kavramlarını kullanarak, bir yanda imparatorluk savlarını, öte yanda plenitudo potestatis’le sonuçlanan papalık kuramlarını çürütmeyi amaçlar.
      Paris’ li Jean, kuramını siyasal toplumun doğallığı varsayımı üzerine oturtur. Ona göre doğal toplumsallaşmanın zorunlu bir sonucu olan devlet, yalnızca maddi sorunlarla ilgilenmeyip, iyi bir yaşam için gerekli olan ahlaki ilkeleri de ortaya koyar. Devletin maddi olduğu kadar ahlaki bir amaç gütmesi, onun salt bedenlerin yönetimiyle ilgili olmaması demektir. Dolayısıyla papalık kuramcılarının siyasal iktidarı maddi alan ile sınırlı tutmaya ve böylece ruhani iktidarın hükmü altına sokmaya kalkışmaları, büyük bir yanılgıdır. Üstelik siyasal toplumun doğal oluşu, onun öncel olduğunda gösterir. Devlet Kilise’den önce olduğundan, kralı papanın boyunduruğu altına sokmanın tutarlı hiçbir yanı yoktur.
     Doğal hukuk, dünyaya tek bir kişinin egemen olmasını değil, yeryüzünde bir çok kralın bulunmasını gerektirmektedir. Bunun anlamı da,Fransa kralının kendisine imparator denen herhangi bir kimseye bağımlı olmadığı ya da bazı krallık hukukçularının deyişiyle ‘’kralın kendi ülkesinde bir imparator olduğudur.’’
     Her ne kadar dünyevi iktidar büyük bir çeşitlilik içeriyorsa da, ruhsal alan bütünsel bir nitelik taşıdığından onunla ilgili iktidarın, yani ruhani iktidarın, evrensel olması , bunu içinde tek bir elde toplanması gereklidir.Ancak Kilise’nin evrensel oluşu,dünyevi iktidarın onun hükmü altına yerleştirildiği anlamına gelmez.Çünkü her iki iktidarın yetki alanları ayrıdır.Bu konuda Paris’li Jean,Aegidius Colonna ya da Viterbo’lu Jacobus gibi papalık savunucularının kullandıkları silahları kendilerine karşı çevirme yöntemini benimser.
      İlk olarak, Kilise’nin başında bulunan papanın dünyevi mallar ve mülkler üzerinde bir hak iddia edemeyeceğini göstermek için, bu hakkı İsa’dan kaynaklandıran görüşlerin kutsal yazılarla bağdaşmadığını kanıtlamaya çalışır.
      İkinci olarak Jean, Kilise kuramcılarının her fırsatta gündeme getirdikleri ‘’Constantinus’un Bağışı’’belgesinden papanın Fransa kralı üzerinde herhangi bir hakka sahip bulunduğu sonucunu çıkarmanın olanaksız olduğunu vurgular.
      Böylece plenitudo potestatis’in hem felsefi, hem teolojik dayanaklarını yıkan Paris’li Jean, devletin Kilise karşısındaki özerkliğini daha sağlam temellere oturtmak için iktidarın dolaylı çıkış kuramını benimser. Bu kurama göre, kralın iktidarı yine Tanrı’dan gelmektedir, ama bu kez aracı konumunda olan kilise değil, halktır.Halka iktidar kuramı içinde bir yer verilmesiyle yalnızca Kilise devre dışı bırakılmaz,ayrıca kralın iktidarına bir sınırlama getirilir.Aristokratik ve demokratik öğeler içeren monarşinin en iyisi olduğunu söyleyen Jean,kralı kendi seçen halka karşı sorumluluk içine sokar.Kraldan yasalara ve halkın özel mülkiyet gibi haklarına saygılı olmasını ister.Getirilen bu sınırlamanın amacı monarşinin keyfi bir yönetim biçimine, daha açıkçası despotizme dönüşmesini önlemek içindir.Ona göre, Kilise ruhani görevlerini yerine getirebilmek için bir araç olarak mal-mülk sahibi olabilir. Ama mallar ve mülkler dünyevi alanda bulunduklarında, bunları yasal açıdan yönetmek yalnızca siyasal iktidarın yetkisi içindedir. Böylece Jean, Güzel Philippe kilise mallarını vergilendirme politikasını doğrulamış olur.
     Paris’li Jean’ın Güzel Philippe’e destek olmak için izlediği bir başka yol papanın Kilise içindeki yetki alanını sınırlandırmaktır. Bu bağlamda ‘demokratik monarşi’ düşüncesini Kilise yönetimine uyarlayarak, ruhani iktidarın yalnızca papaya değil, bütün Kilise’ye verildiğini belirtir. Bunun anlamı, papanın üstünde Kilise Genel Kurulu’nun bulunduğudur.
     Gerek papa, gerek kral, kendi alanlarında mutlak egemen değilseler de, her biri diğerine karşı kendi alanı içinde üstün durumdadır. Bir başka deyişle, papa ruhani konularda kraldan, kralda dünyevi konularda papadan üstündür. Ancak bu her iki iktidar sahibinin kendi alanında diğerlerinden bağımsız olarak hüküm sürmesi ilkesi normal (olağan) koşullar altında geçerlidir. Ruhani iktidar ile dünyevi iktidar birbirlerini tamamladıklarından, yetkisini aşan bir iktidara karşı diğerinin onun alanına belli biçimlerde müdahale hakkı doğar. Jean,karşılıklı müdahaleleri içeren bu ilişkileri ayrıntılı bir şekilde ele alıp inceler.
     Olağan dışı durumlardan ilki, kralın dünyevi bir suç işlemesidir. Bu durumda papa , kralı seçen soyluların kendisinden bir yardım istemeleri dışında,dünyevi alana karışma hakkına sahip değildir.Kral ruhani bir suç işlerse,papanın onu yargılayıp cezalandırma hakkı doğar.Buna karşılık kralda, sapkın öğretileri savunmak ya da Kilis genel kurulunun toplanmasını engellemek gibi nedenlerden ötürü dinsel suçlu duruma düşen papaya karşı doğrudan harekete geçemez. Böyle bir suç ruhani alanda işlenmiş olduğundan, bunu kavuşturmak hakkı yüksek din adamlarına aittir. Eğer bu kişiler kraldan yardım isterlerse; o zamanda kral dünyevi gücünü kullanarak papayı görevinden alır. Kralın papayı doğrudan doğruya cezalandırması durumu, papanın dünyevi alanı ihlal etmesi sonucunda belirlenir.

IV.Dante(1265-1321):Evrensel Laik Monarşi
  
   A.Savaşlar Ortamında Dante’nin Yaşamı
    Dante’nin doğduğu tarihte, Floransa’da siyasal ve ekonomik üstünlük sağlamak isteyen imparatorluk yanlısı Ghibellinolar ile papalık yanlısı Guelfolar arasında şiddetli çatışmalar vardı. Dante’nin burjuvazi kökenli ailesi Guelfolar yanında yer almıştı; Dante de ailesinin izinden giderek daha ‘’demokratik’’olan bu hizibin bir üyesi oldu. Bilim ve felsefeyle uğraşan diğer yurttaşlar gibi Doktorlar ve Eczacılar Loncası’na girdi ve etkin olarak politikaya atıldı.Bu arada Guelfolar , ’’Beyazlar’’ ve ‘’Siyahlar’’olmak üzere iki partiye bölünmüşlerdi.Beyazlar ‘demokratik’ reformları sürdürmek istiyorlar,Siyahlar ise buna karşı çıkıyorlardı.Ayrıca edebiyat kuramı ile ahlak felsefisiyle de uğraşmış olan Dante, siyasal düşüncelerini De monarchia  (Monarşi Üzerine) adlı yapıtında ortaya koymuştur.
    
 B.Evrensel Monarşinin Gerekliliği
    Aristoteles gibi Dante de, toplumun doğal bir özü olduğu varsayımından yola çıkar. Toplumun doğal oluşu ,Dante’ye göre metafiziğin bize açıkladığı yasaların topluma da uygulanabilirliği sonucunu doğurmaktadır.Buaradan hareketle toplumun bir siyasal iktidar şeklinde örgütlenişinin gerekliliğini ortaya koymak hiç de zor olmaz. Nasıl Aristoteles metafiziğinde maddenin düzene sokulabilmesi için formun gücüne gereksinim varsa, insanları da yola getirebilecek bir güç olmalıdır.
  Devleti özgür bir birleşmenin sonucu değil de, doğal güç ilişkisinin bir ürünü olarak algılayan Dante, insanlar arasındaki yönetimin yapısını saptayabilmek için siyasal toplumun ereğinin bilinmesi gerektiğini belirtir . Çünkü parça için doğru olan bütün için de doğrudur. Öyleyse, parçanın(yani bireyin)bilgeliğe, dolayısıyla mutluluğa ulaşması için nasıl dinginlik gerekiyorsa, aynı şekilde bütünün(yani toplumun)mutlu olması da ancak evrensel barışın sağlanmasıyla olasıdır. Bu bakımdan barış, insanlığın ereğine ulaşmasındaki temel araçtır.
   Dante, daha sonra savının doğruluğunu daha da pekiştirebilmek amacıyla çeşitli düzeylerdeki diğer kanıtları sıralamaya koyulur. İlk olarak insanlığın iyiliğinin elinden geldiğince Tanrı’ya benzemek olduğunu belirtir. Ona göre Tanrı birliği içerdiğinden, insanlığın Tanrı’ya benzemesi ancak ‘bir’ olmasıyla olasıdır. En iyi birlik ise, insanlığın bir bütün olarak ‘bir’de,tek bir kişide birleşmesiyle gerçekleşir.Bunun anlamı,bütün insanların tanrısal amaç gereğince tek bir prensin,yada imparatorun,evrensel kralın hükmü altına girmeleridir.İnsanlar arasındaki bütün sorunları çözecek en üst yargıç konumunda olan monark, barışçıl düzeni kurarak adaleti gerçekleştirir.Adaletten başka özgürlüğün de en iyi şekilde gerçekleştirildiği rejim monarşidir.Monarşide yurttaş yönetici için yaşamaz,yurttaş için yaşayan yöneticidir;yani kral halk için vardır.Demek ki monarşi,yurttaşların kendileri için var olmalarına olanak tanıyarak özgürlüğü sağladığından en iyi siyasal rejimdir.
   Son olarak Dante, sıraladığı tüm bu kanıtların kutsal bir olayla desteklendiğini belirtir.İsa,bir insan olarak doğmak için bu yetkin monarşinin hüküm sürdüğü bir tarihi seçmiştir.Artık bundan sonra evrensel monarşinin dünyevi düzen bakımından gerekli olduğu gerçeği,hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya çıkmış bulunmaktadır.

C.Roma İmparatorluğunun Meşruluğu
   Dante, Romalıların meşru bir imparatorluk kurduklarını kanıtlamaya yönelik,bir yanda evrensel monarşinin gerekliliği savını tarihsel temellere desteklemeyi, öte yanda kurulmasını arzu ettiği yeni imparatorlukta en önemli yerin Romalıların doğal kalıtçıları olan İtalyanların hakkı olduğunu savunmayı amaçlar.Bu amacına ulaşmak için Dante,hak kavramını Tanrı ile ilişkilendirir..Buna göre bir şeyin haklı olup olmadığını saptamak,bu konuda Tanrı’nın ne istediğini anlamakla olasıdır.Bunun içinde yapılması gereken  tek iş,tanrısal belirtileri doğru bir biçimde kavramaktır.
   Dante imparatorluğun Romalıların hakkı olduğuna ilişkin birçok tanrısal belirti bulunduğunu ileri sürer. Bu belirtilerin ilki ,Romalıların ataları Aeneas’tan ötürü soylu bir halk olmasıdır.
   Roma İmparatorluğunu meşrulaştırmaya yönelik bir başka kanıt, Dante’nin iktidarı güç ilişkisine indirgeyen anlayışından kaynaklanmaktadır. Tarihte yalnızca Romalıların bir dünya imparatorluğu kurmayı başarmış olmaları,onarlın yönetmek için Tanrı tarafından seçilmiş bir halk olduğunu göstermektedir.Burada emperyalizmin tarih boyunca başvuracağı bir savı kullanan Dante,ortak iyiliğin hakkı içerdiğini ileri sürüp,Romalıların güç,şiddet kullandıkları zaman bile haklı bir amaç güttüklerinden ötürü imparatorluğa meşru bir biçimde sahip oldukları sonucuna ulaşır.Dante’nin Roma İmparatorluğu savını doğrulamak amacıyla getirdiği son kanıt,İsa’yı yargılayıp cezalandıran otoritenin,Hıristiyan ilkeleri gereğince,haklı ve meşru olarak kabul edilmesi zorunluluğudur.

D.İmparator-Papa İlişkisi
    Dünyevi iktidara bütünüyle sahip olan imparatoru Kiliseden bağımsız kılmayı amaçlayan Dante,bu nedenle ilk olarak plenitudo potestatis’in dayanaklarını çürütmeye koyulur.
    Dante’nin geçersizlikleirni ortaya koyduğu papalık dayanaklarının ilki teolojik nitelikli olanlardır. Örneğin, papanın üstünlüğü savını güneş ile ay arasındaki ilişkilerden hareketle açıklamanın hiç de tutarlı olmadığını ileri sürer.
    Daha sonra sıra, papalık iktidarını savunan kuramların dayandıkları tarihsel kanıtların çürütülmesine gelir. Dante, tıpkı Paris’li Jean gibi ‘Constantinus’un Bağışı’ belgesinin düzmece olduğunu bilmediğinden bunu olduğu gibi kabul eder,ama bu belgeden papa lehine herhangi bir hak türetilemeyeceğini belirtir.
     Dante, papalık yandaşlarının teolojik ve tarihsel kanıtlarını çürüttükten sonra iktidarın birbirinden bağımsız oldukları düşüncesini savunur. Bu amaçla, bütün yaratıklar içinde yalnızca insanın, iki yönü nedeniyle,’biri dünyevi yaşamının mutluluğunu’ öne sürer. Bu çift ereğe ulaşılmasının da iki ayrı yönlendirici iktidarı gerekli kıldığı sonucuna varır.
    Üstelik ne papa, ne de imparator, dünyevi ile ruhani alanların birliğini içermezler; bu birlik yalnızca Tanrı’dadır. Bir bakıma papa ile imparator,’her biri Tarı’nın bir yarısını oluşturan iki güneş gibi, biri dünyanın, diğeri Tanrı’nın olan iki ayrı yolu aydınlatmaktadırlar.
    İki iktidarın kesinlikle birbirlerinin alanlarına karışmamalarını isteyen Dante,bu yapılmadığı takdirde barışın,düzenin sağlanamayacağını belirtir.Ancak iki iktidarın arasında bağımlılık şeklinde bir alt-üst ilişkisinin bulunmaması,bir tür eş güdümün olmadığı anlamına gelmez.Dante,toplumun din dışı kurallara,yasalara sahip olduğunu vurgulamaktadır.
    Dante’nin, imparator için ortaya koyduğu bu düşünceler, düşüş içindeki imparatorluktan çok yükselmekte olan monarşilerin işine yarayacak ve kralı Kiliseye karşı yalnızca bağımsız kılmakla yetinmeyen düşünürler tarafında kısa sürede aşılacaktır.

V.Padova’lı Marsilius
Dante’nin barış özlemini paylaşan, ama ondan farklı olarak Kilise’yi siyasal iktidarın boyunduruğu altına sokarak modern anlamda devlet kavramının düşünülebilmesine ilk katkıyı sağlayan düşünür Padova’lı Marsilius’tur.
   Marsilius, iktidar sorunsalını ele alırken Orta Çağ’ın düşünsel kalıtlarının dışına çıkabilmiş değildir. Bununla birlikte ,modern siyasal düşüncenin oluşması için gerekli ‘koşulları’ sağlamıştır;daha açıkçası, geliştirdiği ’sivil toplum’ anlayışıyla siyasetin özerkliğini ve bunun uzantısı olan devletin  ‘bir’liğini kurumsallaştırarak modern(egemen)devlet kavramına giden yolu açmıştır.

A.Padova’lı Marsilius’un Yaşamı
  Marsilius, (1275-1280),burjuva kökenli bir ailenin üyesi olarak  dünyaya gelmiştir ,ve İbni Rüşdçü Aristotelesçilik çizgisini benimsemiştir.

B.Yetkin Toplum 
   Padovalı Marsilius’un tam anlamıyla çağının bir düşünürü olduğu söylenebilir; o da Dante ile aynı görüştedir: Halkların gelişmesini sağlayan barış(ya da huzur), bütün krallıklar için istenilmesi gereken en büyük iyiliktir. Fakat nasıl her şey kendi karşıtını doğuruyorsa, huzurun karşıtı olan çatışma da bir ülke içinde büyük kötülüklere yol açmaktadır. Her bakımdan parçalanmış olan İtalya bunun en tipik örneğidir.
  Bir siyasal toplumdaki kargaşaların, çatışmaların bir hastalık gibi çeşitli nedenleri vardır.        
   Marsilius bunlara yol açan nedenleri Aristoteles’ in incelediğini ama onun bilmediği çok önemli bir nedenin bulunduğunu belirtir. Bu neden geçmişte Roma İmparatorluğu’nu yıkmış olan ve bugün birçok sivil toplumu(civilitas) ve krallığı(regnum) tehdit eden papalık kuramıdır. Marsilius’un plenitudo potestatis ilkesinin(bütün iktidarlar tanrıdandır) ne denli gerçek dışı olduğunu ortaya koymak temel uğraşısıdır.
   Bu amaçla Marsilius, ilk önce toplumun ne olduğunu açıklamaya yönelir. Çünkü plenitido potestatis’in yıkılması, siyasetin tanrısal bir kökene başvurulmaksızın düşünülmesini gerektirir. Yani siyasetin özerkliği sivil toplumun özerkliğinden türemelidir.
    Podavalı’ya göre insanları bir toplum içinde birleşmeye iten tek neden gereksinimlerin karşılanmasıdır. Bu düşünce Aristoteles’in zoon politikon düşüncesini dışlamaktadır. Çünkü insanları yaşamlarını sürdürmek için gereksinimlerini karşılamaya yönelten doğal bir dürtü vardır: ‘Bütün insanlar bir akıl bozukluğu ya da başka bir aykırılık olmadıkça, doğal olarak yeterli(doyurucu) bir yaşam(vita sufficiens) geçirmek isterler. Bu da, ancak insanlar arasında iletişim ve alışveriş şeklindeki toplumsal ilişkilerin bulunduğu bir ortamda mümkün olduğundan, toplum doğal bir isteğin sonucu olarak belirir. İnsanlar ilk önce aileler şeklinde topluluklar oluştururlar, ardından köy aşamasından geçip gereksinimlerin tam olarak karşılandığı yetkin toplum(communitas perfecta) biçimi olan civitas’a ulaşırlar.
    Marsilius, Aristoteles’e atıfta bulunarak sivil toplumun sonul amacını ‘ bütün yeterlik öğelerini içinde barındırarak yalnızca yaşamayı değil, iyi yaşamayı sağlamak’ olarak belirtir.
Toplumun türdeş bir nitelik göstermeyip çeşitli bölümlere ya da parçalara ayrılmış olmasını Marsilius, yeterli yaşamın elde edilmesinin zorunlu koşulu olarak açıklar. Demek ki toplum iş bölümünün sonucudur; yeterli yaşamın sağlanması ise bu iş bölümünün sürdürülmesine bağlıdır. Toplumsal farklılaşmanın temel nedeni doğal eğilimlerdir.
    Marsilius’un deyimiyle ‘Civitas yaşayan ya da canlı olan bir doğal varlık gibidir.’Demek ki sivil toplum, insanların akıllarını kullanıp doğaya öykünerek gerçekleştirdikleri yapay bir bütündür. Bu sivil toplumun iyi işleyebilmesi, amacına ulaşabilmesi, yani iyi bir yaşamın koşullarını, dolayısıyla barışı sağlayabilmesi için her toplumsal bölümün kendi yerinde olup kendi işini görmesi gerekir. Ayrıca bölümler arasında dengenin kurulup sürdürülmesi, toplumsal barışın temel güvencesini oluşturur. Marsilius’a göre civitas’ta 6 bölüm bulunur.
   Bu bölümlerin başında, insanlar arasında bozuşmaları engelleyecek ya da yargılayacak adalet kurallarını gözeten, gerektiğinde zor kullanan yönetim bölümü gelir. Bu toplumsal görev prensin kişiliğinde somutlaşır. Bunun ardından gelen düşmanlara, başkaldıranlara karşı zorlayıcı gücü kullanan askeri bölümdür. Üçüncü sırada din adamlarını kapsayan dinsel bölüm gelir. Son üç sıradaki bölümler; yani köylüler, zanaatkarlar, maliyecilerdir. Bu altı toplumsal bölümü iki kümede toplayabiliriz: İlk üçünde yer alan insanlar sivil toplumun honorabilitas denen üst kısmı, diğerlerindekiler avamı ya da bayağı çoğunluğu(multitudo vulgaris) oluşturmaktadır.
    Marsillius’un altı bölüme ayırmasının iki önemli sonucu olmuştur. İlk olarak, yönetim bölümü ya da prensle birlikte siyasal iktidar ortaya çıkar, sivil toplum siyasal toplum niteliği kazanır. İkinci sonucu ise, papanın siyasal iktidar üzerinde herhangi bir hak iddia etmesinin olanaksızlığıdır.

C.Yasalar ve Siyasal Toplum
    Sivil toplumu oluşturan, onu var kılan bölüm hangisidir? sorusuna Marsilius, ‘hiçbiridir’ diye yanıt vermiştir. Bölümleri birleştirip sivil toplumu oluşturan ilke yasadır. ‘duygulardan ve tutkulardan soyutlanmış akıl olan yasa’ bu dünyada haklıyı haksızı, yararlıyı yararsızı gösteren ve olumlu ya da olumsuz yaptırımlar içeren zorlayıcı güçle donanmış bir buyruktur. İşte yasa, toplumsal ilişkileri düzenlediği, ekonomik mübadeleleri sağladığı, barışı gözettiği için adalet gerçekleşir. Kısacası yasa olmadan adalet olamaz. Yasanın kim ya da kimler tarafından yapıldığı sorusuna gelindiğinde Marsilius, döneminin çok ilerisinde bir görüşü savunarak yasama erkinin halka ait olduğunu açıklar. Yasanın gerçekte yasa olabilmesi için yasanın şiddet zor kullanma gücüyle donanmış olması gerekir. Yasa bütün ile ilgilidir, bütünün çıkarını gözetir; öyleyse bütün yurttaşlar topluluğu yasayı yapmalıdır. Yurttaşların hepsi yasaları kendi yaptığı duygusuna sahip olunca, yasalara karşı çıkmaları için bir neden kalamaz.
     Halk kavramının Marsilius’un kuramında iki önemli işlevi vardır: Birincisi, yasayı dünyadaki insan işleriyle sınırlayarak, kilisenin yasama hakkını kaldırmasıdır. İkinci işlevi ise, prensin iktidarını hiçbir dini temele dayandırmadan meşrulaştırmasıdır.
Rızanın elde edilmesinde en etkili yol seçimdir. Marsilius’un benimsediği yönetim biçimi monarşik krallıktır.

Ç.Yönetim Bölümü ya da Prens
     Yasa civitas’ı var kılan ilkedir; ancak bu toplumsal bütünün birliğini sağlayan yönetim bölümüdür, prenstir. Prens canlı bir organizmaya benzetilen civitas’ın en önemli bölümü olarak ortaya çıkar. Yönetim bölümler arasında en gerekli olandır. O olmazsa sivil toplum var olmaz.    Demek ki sivil toplumun varlığının koşulu, bir yönetime sahip olması, bir bakıma siyasal toplum haline dönüşmesidir.
     Prens en üst seviyede bulunur. Bunun anlamı, bölümlerin hepsi prens tarafından ve prense göre düzenlenmelidir. Civitas’ta birbirinden farklı birçok insan, birçok bölüm bulunmaktadır fakat bunlar yönetimin bir olmasıyla tek bir devleti oluştururlar. Prens egemen değildir. Çünkü yasa yapma yetkisi yoktur. Prens halka karşı sorumludur. İktidarı ona veren halk da prens gibi egemen değildir, prense bağlıdır.

D.Kilise-Devlet İilişkisi
     Kilisenin eline verilmiş erk yalnızca inandırma erkidir, oysa kilise bunu zorlayıcı güçle donanmış yargılama erki olarak kabul edip kullanma eğilimindedir. Dolayısıyla civitas’ın varlığı tehlikeye düşmektedir. Çünkü iki iktidar olunca ikisine de tam olarak itaat edilmez. Ayrıca kilise yalnızca din adamlarını içermemektedir. Kilise dendiği zaman yalnızca piskoposlar, keşişler, papazlar anlaşılmamalıdır.
     Papanın dinsel iktidarı gibi dünyevi iktidarı da meşru değildir, gasptır. Din adamlarının işleri ruhların kurtuluşuyla ilgilenmektir, yönetimle hiçbir ilgileri yoktur. Kısacası devlet içinde devlet olamayacağına göre, kilise sivil yasaya ve bu yasaları uygulayan prense boyun eğmek zorundadır.
     Marsilius kilise devlet ayrımı yapmak yerine bunları kaynaştırma yoluna gitmiştir. Yurttaşlar inananlardır, inananlar yurttaştır, anlayışını savunur. Ayrıca birçok devlet ve tek kilise çelişkisini genel kurul ve imanlı üstün yasamacı kavramıyla ortadan kaldırmaya çalışır. Genel kurul otoritedir. Genel kurulun evrensel niteliği olmasından dolayı onu toplamaya çağıracak yüce bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bunu imanlı üstün yasamacı yapar.

VI. Ockhamlı William 
     Kendisine yenilmez bilgin(doktor invincibilis) denmiştir. Çünkü kuşkularla girdiği tartışmalardan başarılarla çıkmıştır. Genç yaşta Fransisken tarikatına katılmış, ilk eğitimini Fransisken Manastırı’nda almıştır. Oxford Üniversitesinde ilahiyat öğrenimi gördükten sonra burada öğretim üyesi olarak kaldı. Ancak sürdürdüğü tartışmalar tepki çekti ve hakkında soruşturma açılarak Avignon’a gönderildi. Ama burası onun için bir dönüm noktası oldu.   Avignon’da Fransisken tarikatının lideri Michele ile tanıştı ve birlikte papaya karşı birlikte hareket ettiler. Kilisenin mal mülk edinmesine karşı çıkıyorlardı ve bu yüzden kısa sürede papayla araları açıldı.

A.Nomalizm ve Sonuçları
       Ockhamlı William, Roscelinus’un ortaya attığı nomalizm(adçılık) akımının en önemli temsilcisidir. Kilisenin benimsediği realizm(gerçekçilik) akımının ‘tümel gerçektir’ savına karşı nomalizm, genel kavramların, tümellerin hiçbir gerçeklerinin bulunmadığını; bunların insanların düşünce sistemlerine yakıştırdıkları birer ‘ad’dan(nomenden) ibaret olduğunu savunur. Nominist geleneği sürdüren Ockhamlı, kaynağını Platon’un idealar felsefesinde bulan realizmi şiddetli bir şekilde eleştirir.
       Gerçekten var olan nedir? sorusuna yanıt aramıştır. Ona göre kanıtlamayan, deneye tabi tutulamayan, nesnel olmayan hiçbir şey doğru değildir ve insan aklıyla her şeyi çözebilir. Demek ki ruhun ölümsüzlüğü ya da tanrının birliği, sonsuzluğu hatta birliği kesin olarak kanıtlanamaz. Böylece Ockhamlı bilgi ile imanı, felsefe ile teoloiyi birbirinden ayırır. William ayrıca pozitif yasayı insanın özgür istencinden türetiyor. Bunun sonucu da kilisenin sivil toplumdan ayrılmasıdır.
B.Siyasal İktidar ya da Devlet 
       William, bireyin radikal özgürlüğünü savunmaktan çok grupların, korporasyonların, halkların, prensliklerin bağımsızlığını güvence altına almaya önem verir. William’a göre devlet
soyut bir kavramdan başka bir şey değildir, kendisini oluşturan bireylere indirgenmiştir. Barışı sağlayan monarşinin iyi sıfatını kazanabilmesi için:
1-Kral ya da prens kendi çıkarını değil, toplumun ortak yararını düşünmelidir,
2-Prens kendinden daha üstünlerin olabileceğini aklından çıkarmamalıdır,
3-Prens doğal hukukun ilkelerine ve feodal içerikli haklar ile özgürlüklere saygı duymalıdır,
4-Prens halkın her koşulda ona itaat etmek gibi bir yükümlülüğünün bulunmadığının farkında olmalıdır.
      Siyasal iktidarın kökeninin doğrudan çıkış kuramıyla açıklanabileceğini söyler. Çünkü imparator halkın oylarıyla seçmenler tarafından belirlenir, aynı zamanda iktidarını tanrıdan alır. Ancak prens despotizme kayarsa halkın onu devirme hakkı ortaya çıkar.
C.Kilise-Devlet İlişkisi
      William, dünyevi otoriteler gibi papanın da yetkisini sınırlandırma yoluna gitmiştir. Papa otoritesini ruhani alanda kullanır. Papanın da tıpkı prensler gibi iktidarı mutlak değildir. William Marsilius’taki genel kurul düşüncesini benimser. Çünkü o da kilisenin düzenden saptığını ve ancak bu şekilde denetim altına alınabileceğini savunur. Hıristiyanlarca seçilen, tanrı tarafından onaylanan papa, kendinden üstün din kuralarına boyun eğmek zorundadır. Ancak papanın ilke olarak(regulariter) siyasal iktidar üzerinde hiçbir otoritesi olmamasına karşın, bazı durumlarda (casualitor) dünyevi alana karışma hakkı vardır. İmparator da dinsel kararlar ve uygulamalar devletin işleyişine engel olup bireysel çıkarlara zarar veriyorsa kilisenin işlerine karışabilir. Böylece William toplumda iki başlılığın bulunduğunu ve her başın kendi alanında otorite olduğunu belirtir.

VII. Reform’a Doğru
     Siyasal iktidarlar ile çatışma içine giren papalık, gerek haklar üzerinde sistemli bir biçimde uyguladığı sömürü politikası, gerek vazgeçemediği lüks tutkusu nedeniyle, kısa sürede geniş kitlelerin tepkisini çekmeye başladı. Kilise hakkındaki olumsuz yorumlar 1378’den 1417’ye kadar süren ve tarihte Büyük Ayrım ya da Büyük Bölünme adıyla bilinen kilisenin büyük kriz döneminde yaygınlık gösterdi.
     Büyük Ayrım 1378’de patlak verdi. Uzun yıllar sonra papalık makamına yeni birinin atanması ve onun tutumlarından rahatsız olunması, seçimin geçerli olmadığını öne sürerek kendi istedikleri kişinin papalığını ilan ettiler. Bu iki rakip papa gibi bunların izleyicileri de birbirlerini reddetmeyi sürdürdüler, uzlaşmayı seçmediler.
     Bununla birlikte bölünmeye son vermek amacıyla, çeşitli öneriler getirildi. Bunlardan en dikkat çekeni Marsilius ve William’ın genel kurul önerisiydi. Sonunda bu iki papanın kardinalleri bu ayrımı yok etmek için Piza’da toplandılar. Burada genel kurulun papadan üstün olduğu benimsendi. Ayrıca her iki papayı azlederek yeni bir papa seçtiler. Ama sorun yine çözülmedi, çünkü azledilen papalar yine görevlerine devam ettiler ve sonucunda iki değil üç papa oldu.   Sonunda Martinus’un papa olmasıyla büyük ayrım sona erdi.
    John Wycliffe ve Jan Hus’un ortaya attıkları reform önerisi gittikçe ağırlık kazanıyordu. Her iki düşünürün reform tasarısında da ulusal çıkarların gözetilmesi önemli yer tutuyordu; fakat bazı konularda da tam bir görüş birliği içindeydiler. John ve Jan kilisenin mutlak egemenliğine karşı çıkıyorlar, öte yanda kilisenin servet edinmesini eleştirip kilise mallarından vergi alınmasını, ya da kısıtlanmasını yasaklanmasını ve endüljans satışlarının yasaklanmasını savunuyorlardı. Kutsal kitabın ilk İngilizce çevirisini yapan Wycliffe’dir. Wycliffe’nin görüşünü benimseyenler Lollard’lar diye bir grup oluşturdular. Bunların sürdürdüğü reform hareketi aşağı sınıflar arasında eşitlik, kardeşlik gibi toplumsal bir boyut aldı.
    Papalık makamının zayıflamasını hedefleyen reformcular, siyasal iktidarın güçlenmesine neden oldular. Kral tanrının temsilcisidir ve ona karşı çıkmak doğru değildir görüşü benimsenmeye başlandı. Ayrıca kralın kiliseye müdahale etme yetkisi de vardı. Bu düşünceler ulusal kilisenin habercisiydi. Ulusal gücün tek merkezde toplanması amacıyla, kralın görevleri düzenli bir devlet bürokrasisine dönüştürülüyor, sürekli ordu kuruluyor, ve ulusal vergi sistemi kabul ediliyordu.
    Fransa’da VII. Charles Gallikanizm öğretisini tam anlamıyla uygulamaya geçirmeye yöneldi. Bu amaçla 1438’de Bourges’te topladığı Fransız din adamları meclisinde Pragmatique sanction de Bourges adlı fermanı yayınladı. Bu ferman papanın yetkisini krala bağlı kılıyordu. Böylece Fransa kendi reformunu gerçekleştirmiş oldu. Avrupa’da Luther ile Calvin’in başlattığı reform hareketi Katolikler- Potestanlar ayrımına sebep oldu.

REFORM YA DA DOĞRU DİNE UYGUN DEVLET
Rönesans
    Rönesans 14. yüzyılın sonlarında İtalya'da başlamıştır. Rönesans'ın ilk önce İtalya'da başlamasında; İtalya'nın coğrafi konumu, ekonomik durumu, dini ve tarihi önemi, siyasal durumu ve İslam Medeniyeti'nden etkilenmesi önemli rol oynamıştır.
    İtalya'da Rönesans, 14. yüzyılın sonlarında Hümanizma ile başlamıştır. Hümanizma; Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek kültür örneği olarak alan ve Ortaçağ'ın skolastik düşüncesine karşı Avrupa'da doğup gelişen felsefe, bilim ve sanat görüşü, insanlık sevgisini en yüce amaç ve olgunluk sayan bir doktrindir.

Rönesans’ın Nedenleri:
1-Arapça’ya çevrilmiş eski Yunan ve Roma eserlerinin tercüme edilmesi,
2-Kuzey Avrupa’dan gelen Novgorod kavimlerinin medeni Avrupa toplulukları üzerinde kalıcı etkisi,
3-Coğrafi keşifler sonucunda zenginleşen ve güzel sanatlar gibi alanlara destek veren sanatçıları destekleyip, koruyan bir sınıfın oluşması(coğrafi keşifleri yapan Burjuva sınıfı)
   Rönesans şu temellere dayanıyordu:
●Yeryüzü ilgi çekici ve araştırılmaya değer bir yerdir,
●İnsan güçlüdür ve bu gücüyle büyük başarılar elde edebilir,
●İnsanın sürekli faal olması şerefli bir şeydir,
●Gerçek güzeldir.

Rönesans’ın Sonuçları:
1-Skolastik görüş yıkılmıştır,
2-Yerine bilimsel düşünce hakim olmuştur,
3-Reform hareketlerini hazırlamıştır,
4-Bilim ve teknikteki gelişmeler hızlanmıştır,
5-Avrupa’da sanattan zevk alan aydın sınıf ve halk sınıfı oluşmuştur,
6-Din adamlarının ve kilisenin halk üzerindeki otoritesi sarsılmıştır,
7-Avrupa’nın her yönden gelişmesine ve güçlenmesine öncülük etmiştir.

I.Reform Hareketi
    Bir yandan Kilise’nin Büyük Ayrım ve sonrasında iyice belirginleşen bunalımı, diğer yandan ulusal krallıkların papa ile olan mücadeleleri ve nihayet toplumun alt katmanlarında, özellikle de köylüler arasında baş göstermiş olan hoşnutsuzluklar, tüm Avrupa’yı kapsayacak yeni bir dinsel ve siyasal hareket başlatmıştır.16. yüzyıldan itibaren, Fransa’dan İngiltere’ye, Almanya’dan İsviçre’ye, Macaristan’dan Çekoslovakya,Avrupa’nın batısı ile doğusunda yaygınlaşan bu yeni hareket,tarihte ‘’Reform Hareketi’’olarak bilinir.
    Reform Hareketinin tarihsel olarak doğurduğu sonuçlar hakkında da bazı ön kabuller vardır.    Bunlardan biri, Reform’la başlayan değişim sürecinin, modern devlete giden yolda önemli bir sıçrama niteliğinde olduğudur. Bir diğer önkabul ise, Rönesans hareketi ile birlikte değerlendirildiğinde , Reform’un ortaçağa damgasını vurmuş bulunan Kilise bağnazlığından kurtulmayı sağlayan bir ‘özgürlük hareketi’ olduğudur.Nitekim tarih dönemlere bölünürken, Rönesans ile reformasyon birbirine sıkı sıkıya bağlanır; hatta bazen bunlar bireysel özgürlük, demokrasi gibi ortak bir ruhun belirimleri diye gösterilirler.
 Reform’un modern dünyanın, modern toplumsal ve siyasal örgütlenmenin temellerini atan yeni bir dönemi Rönesans ile birlikte başlattığı yargısı, özellikle ünlü alman düşünürü Max Weber’in tezleriyle bilimsel bir gecerlilik kazanmıştır. Weber’in tezleri, Reform’un ürünü olan ‘Protestan ahlakının Batı dünyasında kapitalizme geçişi mümkün kılan bir kültürel öğe olarak görülmesine yol açmıştır.
     Buna karşılık, Reform Hareketenin temelde özgürlükçülüğe karşıt olan bir çekirdeğinin bulunduğunu da ileri sürebilmektedir. Örneğin Katolik Kilisesi’ne muhalefet olarak ortaya çıkan Reform Hareketi’nin Almanya’da ki önderi Luther’in otoriter ve muhafazakar özellikleri ağır basan bir öğreti geliştirdiği savı ile Reform Hareketinin demokrat ve özgürlükçü nitelikler taşımayan bir akım olarak görmek de mümkündür.
     Avrupa’da reformun ortaya çıktığı tarihlerde, salgın hastalıklar ve kıtlığın sona ermesiyle hızlı bir nüfus artışı yaşanıyordu. Bu artış, ticarette, teknolojide, eğitim ve sanat alanlarındaki yeniliklerle bir arada gerçekleşiyordu.
     Kent yaşamının ve kentlilerin ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamdaki etkinliklerinin giderek arttığı bir dönemi simgeleyen 16.yüzyılda, para ekonomisin yaygınlaşması da söz konusuydu ve bu para ekonomisi aynı zamanda kazanılan paranın ticareti besleyen sanayiye yatırılması gibi bir olguyla beraber gerçekleşiyordu.
     Krallığın, ticaret ve kent yaşamındaki gelişmelerin yarattığı toplumsal tabakalaşma örüntüsü içindeki değişim ve çelişkilerden yararlanarak iktidarını güçlendirmesi kaçınılmaz olarak, krallık ile kiliseyi, papayı karşı karşıya getiriyordu. Krallar ve prensler gibi,yeni para ekonomisine uyum sağlamaya çalışan papalık da yeniliklerin peşindeydi.Böylece bu çatışmalar içinde Fransa’nın ve daha sonra da İngiltere’nin  Roma Kilisesi’yle aralarına mesafe koyduklarını biliyoruz.Bu çatışmalar,Kilise’nin itibarını sarsıcı nitelikte tüm Avrupa’ya yayılan etkiler yapmıştı ki Reform biraz da b yıpranmanın ürünüydü.
     Bu çatışma ve çelişki dolu koşullar Reform Hareketine elverişli bir ortam oluşturmuştur. Ancak reformun ortaya çıkıp gelişmesini kolaylaştıran başka etkenler de vardır. Bunlar arasında matbaanın bulunması ve yazılı eserlerin yaygınlaşması ilk akla gelenlerdir. Matbaanın yaygınlaşmasıyla beraber;okuma ve özellikle dinsel metinleri aslından öğrenebilme olanağı bulan laik kesim artık doğru dine sadık kalmayı veya doğru dine dönmeyi talep ediyordu.Bu da kilisenin otoritesini sarsmaktaydı.

II. Almanya’ da Reform
     Bütün Avrupa’da Reform hareketini ateşleyen kıvılcımın, Almanya’nın Wittenberg kentinde, Martin Luther’in saray kilisesinin kapısına Doksan Beş Tez’ini asmasıyla başladığı genellikle kabul edilmektedir.

 A.MARTIN  LUTHER
1.Yaşamı ve Tezleri
    1483te dünyaya gelen Luther Almanya’da reform hareketlerinin öncüsüdür. Babasının arzusu üzerine hukuk fakültesine gitti ve özellikle hitabet(retorik) alanında kendisine ileride gerekecek olan alt yapıyı hazırladı.1501’de Erfurt üniversitesi Edebiyat fakültesinde okumuştur.Felsefe öğretmeni olmuş,hukuk üzerine çalışmıştır.Saint Augustinus Münzeviler Manastırı’nda keşiş olmuş  daha sonra Wittenberg üniversitesinde profesör olmuştur ve aynı yerin manastırında keşiş atanır.
   Anlattıklarına büyük önem verdiği hocası Biel’in öğretisine göre, düşüşe(yani ilk günahın ağırlığına)rağmen insanın kendi özgür iradesi içinde kurtuluşa ulaşabileceği olmuştur.
    Kilise bu sırada merkeziyetçi bir biçimde örgütlenmişti gelişen para ekonomisi gereklerine uyum sağlama çabaları yüzünden. Rahipler giderek dünyevi sorunlara karışmaya başlamıştı. Kiliseye vergi yoluyla gelir aktarılması Luther’in karşı çıktığı bir görüştü. Kilisede vaaz veren Luther insanların günahları affı için kilisece para karşılığı verilen andülijans konusunda papalık’ı eleştirdi. Kaçmak zorunda kalınca da Wittenberg’e sığındı  ve  şato kilisesinin kapısına ünlü 95 maddelik papalık ve kilise eliştirisini astı.İncili tekrar yorumlayarak geliştirdiği 95 tezini ilan eder.Papalıkça aforoz edilecekti fakat kralın kararsızlığı ve Frederich’in desteği ile görüşlerini yaymaya devam etti.Tezlerde vurgulanan bazı temel noktalar;
-Papanın bütün cezaları kaldırması, mutlak olarak her türlü cezayı kaldırması demek değildir. Papa yalnızca kendi verdiği cezaları kaldırabilir.
-Onun içindir ki bağışlamadan söz edilip de, papanın endüljanslarıyla bir kimsenin her cezadan kurtulduğunu öne sürenler yanılmaktadır. 
-Çünkü araftaki ruhların dinsel kurallara göre bu yaşamda çekmesi gereken cezalarını kaldıramaz.
-Herhangi bir kimsenin cezalarını toptan kaldırılması söz konusu olacaksa,bu gibi kimselerin en yetkili insanlar olmaları gerekir,böyleleri ise çok azdır.
-Onun için de, bu işe giren insanların büyük çoğunluğu ayrım yapmadan bol keseden cezadan kurtarma vaadleri ile aldatılmaktadır.
     Luther tam haliyle 1534’de almanca İncili yayımlamıştır. Yerel dillerde İncilin okunmasını sağlayarak reformun yayılmasına önemli bir katkı sağlamıştır.
Lutherciliği anlamak yolunda iki olay yaşanmıştı birincisi, köylülerin ayaklanarak Luther’in görüşlerini desteklemesi ve ikincisi, artık kralın kiliseyi destekleme yetkisini elde etmesidir. Kiliseler devlet kilisesi haline geldiler. Almanya’nın prensliklerinin dağınık olması Lutherciliği yayamıyordu. Güç kazanan prensler dolayısıyla eski otoritesini yeniden kazanmak isteyen belli bir akım vardı.Yeni akımcılar çözüm yolunu Luther’de buluyor ve reform hareketleri ulusal hareket niteliğini alıyor.
     Luther insanı tanrının mutlaka cezalandıracağını düşünüyordu. Tanrısal adalet ona göre günahkarı cezalandırmak değil, Tanrı’nın gerçek inananı günahtan kurtarmak iradesindir. Tanrı’nın sözüne iman edilerek kurtuluşa ulaşılabilir, kişinin kendi eylemleri ile değil.Eylem(çile çekmek,dua etmek vs) değil de iman öne çıkmıştı.

2.Luther’in Din ve Kilise Hakkında Görüşleri

A)İnsan Doğası Sorunu
     Luther’in mücadelesi Thomasçılık’tan Augustinusçuluğa bir dönüş olarak nitelendirilebilir. İyimserlik ve kötümserliğin kesiştiği noktadır.Hümanist Rönesansçılar iradenin insan yetenekleriyle yüceltilebilme görüşünü savunurken reformcu Luther’den ayrılıyorlardı.Ayrılan nokta Luther’in insan iradesine değil iman kavramına önem vermesiydi.Luther, Erasmus’un görüşlerine şu noktada kesinlikle karşı çıkıyordu:Erasmus’ta insan kendi akıl yürütme gücüyle,tanrının insandan beklediği eylem biçimlerini ne olduğunu kavrayabilir; Luther’e  göre ise aksine,biz hepimiz bütün insanlar ilk günah nedeniyle günahkar yaratıklar olduğumuz için tanrı tarafından terk edilmiş bir durumdayız.Dolayısıyla tüm insanlar ’bağımlı,lanetli,tutsak,hasta ve kavranabilir,bilinebilir bir varlık diye kabul etmek günahkarca bir anlayıştır.
    Luther’in Tanrı’ ya iki yönlü bir nitelik atfettiğini biliniyor. Luther’e göre Tanrı, bir yönüyle, kendisini ‘Kelam’la açığa vurmayı seçmiş olan varlıktır. Bu yönüyle Tanrı, kutsa yazılar veya ‘vahiy’ yoluyla kavranmakta, bu Tanrı’ya dua ve ibadet edilmektedir. Tanrı’nın ikinci yönü ise, gizli Tanrısal varlık (Deus Absconditus) olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gizli Tanrı’dan ancak korkulur, korkuyla karışık bir saygı içinde tapınılır.
     Luther, önceleri kendisini umutsuzluğa düşüren ve bir bakıma ‘ruhsal gerilimlerinin’ de kaynağı olan Tanrı’nın insanı lanetlemiş olduğu varlık anlayışını değiştirmiştir. Bu görüşe göre; her şeye hakim, gücü yeten ‘gizli Tanrı’ geçmişi bilmekle kalmaz geleceği de bilir. Tanrı kulları arasında bir ön ayrım yapmıştır ve kimini kurtuluşa erdirmiş, kimini de düzelmez bir lanetliğe ittiğini kabul etmiştir.

B)Kurtuluşun Kaynağı:”Sola Fide”
     Tanrı’nın  seçilmiş kulları ve lanetlenmiş kulları arasındaki ayrım ilk zamanlar Luther’i  umutsuzluğa düşürdü. Ancak bu korkulu saygı ile tapınılan Tanrı imanı ile kurtuluşun mümkün olduğu sonucuna vardı. Tanrı’nın günahkarı cezalandırmaktan çok iman edenleri kurtarmak olduğunu fark etti.
Luther’in iki teolojisi;
1)İmanlı olmak insanın içinde olan bir şey değildir iman insana dışarıdan gelir , ve kaynağı İsa’da cisimleşmiş kutsal öğretidir.
2) Günahkarın imana kavuşması ve arınması parça parça değil ve bir anda ve bütüncül bir biçimde olur.
3) kurtuluş için gereken imana sadece İsa arcılığı ile ulaşılabilir. İsa tek hakiki yol göstericidir.
Kilise, Tanrı ile insan arsında aracılık yapan ve insanı kurtuluşa erdirmede gereksizdi. Hatta en büyük günah kaynaklarından biri papa ve Katolik Kilisesi idi. bu görüşü ile Luther genel olarak kiliseye karşı olduğunu belirtti.

3) Luther’in Siyasal Görüşleri
    Luther’in teolojik görüşleri iki yoruma konu olmuştur. İlki başlangıçta akademik dünyayla sınırlı tartışmalar olsa da nihayetinde bir devrim hareketine dönüşmesidir. Diğeri ise Luther’in ilk Hıristiyanlığın eşitlikçi cemaatçı yapısını canlandırmak istediği, bu anlamda da kendi çağını değişimlerine  “tepkici”(reaksiyoner-gerici) bir karşı çıkışı ifade ettiği yolundadır.

A)    İki kılıç”tan “Prensin Kılıcı”na ya da Dünyevi İktidarın Tekliği
   Kilise’nin, kurumsal olarak insan yaşamını düzenleyip onu kurtuluşa yöneltebilmesi, Luther açısından geçersizdi. Kilisenin Hıristiyan toplumu içinde herhangi bir güç sahibi olmayacağını belitti. Gerçek Kilise manevi bir güç olmalıdır. Kilise hem dünyevi hem de ruhani işlerde güç sahibi değildir.
   Tanrısal kaynaklı dünyevi iktidar tamamen ayrı bir konumda olmalıdır. Buradaki kılıcın laik yöneticilere verilmesi gerektiğini düşünürdü Luther.
Böylece “iki kılıç” kuramını yıkan Luther, gücünü Tanrıdan alan bir prensin iktidarını meşrulaştırmaktadır. Çünkü Kilise manevi bir kurumdur.

B)    Prens İktidarının Nitelikleri
    “Herkes üzerindeki yönetimlere tabi olsun” anlamındaki Paulusçu deyişi kabul eden Luther, prensin iktidarının Tanrı tarafından verildiğini, dolayısı ile prensin bu iktidarını Tanrının istediği yönde kullanmakla yükümlü olduğunu belirtir. Prensin gözetmek zorunda olduğu noktalar:
 1) prensin hakikate (doğru dine)  bağlı olması
 2) kendine gerçekten uyruklarına adamış olması
3)uyrukları arasında barış ve güvenliği sağlaması
4) doğru dini geliştirmeye çalışması.


C)   İtaat Anlayışı
   Luther’in  “iki kılıç” anlayışı yerine “tek kılıç” anlayışını kabul etmesi dünyevi iktidarı elinde tutan prensin gücünü sınırlayan şeyin de bir tür Tanrısal yasa olduğunu düşündürtebilir.
 Prensin “kişisel” ve “vicdani” sınırlarıyla meşruluğu hakkındaki görüşler şöyle özetlenebilir;
1)          Bütün iktidarların kaynağı Tanrı’dır.
2)     Prens Tanrıdan aldığı iktidarını Tanrının istediği gibi kullanmalıdır.
3)     Prens iktidarını Tanrısal doğrultuda kullanmayıp kişiselliğe ve zorbalığa kayıyorsa, bunun nedeni yine Tanrısal istektir.
4)     Dolayısıyla, prensin kötülük yapmayı buyurması halinde bile, bunun Tanrısallığa ters düştüğünü ileri sürmek yani prensin buyruklarına karşı çıkmamak gerekmektedir.
5)     Luther siyasal iktidarın ayaklanma, zora veya kaba güce başvurma gibi yollarla değiştirilmesinin de karşısında bir tavır almaktadır.

B. THOMAS  MÜNZER

1.MÜNZER’İN YAŞAMI
    Münzer Frohse’de bir manastırda kalmıştır, Martin Luther’in 95 tezinin 31 Kasım 1517’de yayımlanması ise büyük ihtimalle onu kiliseden ayrılıp Wittenberg’e gitmeye teşvik etmiştir. Dediklerine göre, orada Luther’le karşılaşmıştır, Müntzer Luther’in reformlarının siyasallaşmasına dair fikirleri yüzünden Luther tarafından küçümsenmiştir. 1519’de Orlamünde ve Jüeterbock’daki kısa görevlerin ardından, Müntzer John Eck ve Andreas Karlstadt arasındaki (27 Haziran’dan 3 Temmuz’a) ve Luther ve Eck arasındaki (4 Temmuz’dan 14 Temmuz’a) ünlü tartışmalara tanıklık etmek için Leipzig’e gitmiştir. Müntzer oradan oraya gitmeye sık sık devam etmiş, 1520’de Zwickau’ya gitmeden önce 1519 yılının Aralık ayında Beuditz’deki bir rahibe manastırında günah çıkarma yetkisine sahip rahip mevkisini kabul etmiştir.

2. MÜNZER’İN DİN, TOPLUM VE SİYASET HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
    Reform hareketlerini başlatanlardan Zwingli’nin öğretileri Münzer’i etkilemiştir. Zwingli görüşleri:

a)Cemaat demokrasisi ile devlet Kilisesi: iki türlü adaleti vardır; doğru ve hakiki adalet, insanın ruhsal yönüne denk düşen Tanrısal adalettir. dünyevi adalet ise insanların koyduğu adalettir.

Zwingli’nin bu görüşlerini doğrudan doğruya siyasal iktidar ile ilgili sonuçları ise şöyle özetlenebilir:

1)     Zwingli, aynı inancı paylaşan insanların oluşturduğu dinsel cemaat içinde “demokrasiyi” kabul eder.

2)     Her biri özer durumdaki dinsel cemaatlerin belli bir disipline gereksinimleri vardır. Kilise örgütlenmiş bir gövde değildir, bu yüzden cemaat düzeyinde tek yetkili halktır.

b)Düzene baş kaldırmanın temelleri ve Münzer:
   Zwinglinin yakınlaştığı akımlardan biri reform döneminde yakınlaşan tasvir kırıcılık hareketleri olmuştur. Münzer de bu tasvir kırıcılığı benimsemiş, bunu mistik ve kıyamet gününün yakınlaştığı türünden inançlarla yoğurmuş ve eşitlik öğesiyle bunları birleştirmiş radikal bir düzen karşıtı olma anlamında “devrimci” bir reform hareketini örgütlemeye girişmiştir.

III. JEAN CALVİN

A.Calvin’in yaşamı
   Calvin, insanın zaaflarına karşı çıkan ,kötülüklerin bu zaaflardan kaynaklandığına inanan dolayısıyla da insanın kendi kendini disiplin altına alması gerektiğini kabul eden bir anlayışa sahipti. Calvin cahil kitlelerden çekinen, seçkinci, hatta aristokrat ve tutucu bir kişiliğe sahiptir.

B.Calvin’in Öğretisi
   Öğretisini 3 başlık altında toplamak mümkündür.

1)Calvin’in din hakkındaki görüşleri
   Calvin Luther gibi mutlak hakikatin Kutsal yazılarda olduğuna inanır.bunun 2 sonucu;kilisenin meşruluk temelini İncil’de bulması ve inanan Hıristiyanların Kutsal Yazılarla Tanrı ile iletişim kurabilmesidir.Calvin, insanın kaderini Tanrı önceden belirlemiştir der. Luther için pasif bir imanla kurtuluş yoluna gidilirken, Calvin bunu aktif eylemlere dayanan bir yaşam sürmeyle olacağına inanıyordu.

2)Calvin’e göre kilise ve kilise-devlet ilişkileri 
   Calvin kilise ile devletin, ruhani otorite ile dünyevi iktidarın ayrı alanlara ilişkin olduğunu kabul eder. Ruhani iktidar ile dünyevi iktidar arasındaki ayrımın mutlak olmadığını, Calvin’in düşündüğü anlamda doğru din dini ve onu gerçekleştiren Kiliseyi savunma, koruma ve hatta bunları geliştirme görevinin de dünyevi otoritenin olduğunu gösteren bir konudur.

3)İtaat ve Direnme
    Dünyevi iktidarlara olan borcumuz, Calvin’e göre, İncil den verilebilecek sayısız                        örneklerin de kanıtladığı gibi “itaat”tir. Dünyevi iktidara itaat etme yükümü ile bağlı olan bir Hıristiyan ,  her  yasaya itaat etmek zorundadır. Hatta Calvin daha da ileri giderek yöneticilerin kötülüklerini ortadan kaldırmak ve Tanrısal görevlerini yerine getirmek için şiddete de başvurabileceklerini belirtmektedir.    Ancak Calvin’in itaat vurgusu, Luther’in ki kadar ileri gidip adeta mutlak bir itaat halini almaz. Çünkü Calvin insan eylemini doğru dine uygun bir yaşamı kurabileceğini, bu yaşamın gerçek kilisede kurumlaşabileceğini kabul etmeye hazırdır. Calvin, iktidara itaatin mutlak olmadığını, iktidar tanrısal iradenin belirlediği sınırlarını aşıp , dine karşı çıktığında, itaat edilmemesi gereken bir kurum haline geldiğini belirtmektedir

IV. DEĞERLENDİRME

Reform hareketinin ekonomik, kültürel ve siyasi sonuçları;

1)    Reform hareketinin en dolaysız sonucu; Avrupa ölçeğinde “evrensel” bir örgütlenme olan roma kilisesinin ve bu kilisenin hiyerarşik örgütlenişini parçalamıştır.

2)    Reformun tarihsel ekonomik, kültürel arka planını ve siyasal niteliğini göz önüne aldığımızda yine reformla ilgili olarak yapıla gelen bazı genellemelerin yerinde olup olmadığı üzerinde durulabilir.

3)    Laikleşme sorununa gelince: reform hareketinin Protestanlık bağlamındaki ürünü, siyasal iktidar ile ruhani otorite ayrımı ulusal bir temele oturtmak değil, ruhani iktidarı siyasal iktidara tabi kılmak olmuştur.
      
     Reform un modern toplumun oluşum sürecine bazı temel katkıları vardır. Yönetim ilkesi olarak otorite ile yönetimin uygulaması anlamında iktidar arasındaki ayrımın ortadan kaybolması, Tanrısal prens’te iktidarın çıplak bir nitelik doğrudan bir zor kullanma tekeli olarak anlaşılmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder