SİYASAL DÜŞÜNCELER
TARİHİ
Laik
İktidarın Belirmesi
Orta Çağın sonlarında, Kilise’ nin
plenitudo potestatis savı
büyük tepkilerle karşılaştı.Gerek imparatorlar, gerek ulusal krallar, iktidarlarını
papalardan bağımsız kılma amacıyla Roma Kilisesi’ne karşı bir mücadeleye
giriştiler. Bu dönemin insanı olan Machiavelli,bu laikleşme sürecine önemli bir
katkıda bulunacak ve modern devlet düşüncesinin oluşumundaki gerekli ilk
aşamanın geçilmesini sağlayacaktır.
Roma Kilisesi döneminin
değişen koşullarına ayak uydurabilir ve ruhsal iktidar (ya da manevi
otorite)ile yetinip siyasal iktidarlarla(İmparatorlukla ve krallıklarla) uzlaşma
sağlayabilirdi. Ama tersine plenitudo
potestatis ilkesine daha güçlü bir
biçimde sarılarak, bütün dünyevi otoritelerin kendisine bağımlı oldukları
savında ısrar etti. Papalığın bu yaklaşımı artık zamanını doldurmuştu. Çünkü , yalnızca
imparatorluklar değil, aynı zamanda krallar da papalığın hükmünü reddetmeye
başlamışlardı.
Kilise, feodal düzene
özgü parçalanmış bir siyasal alan üzerinde, çeşitli siyasal güçleri birbirine
karşı kullanarak hüküm sürebilmişti ve bu ‘’böl-yönet’’ politikasının hala
geçerli olduğu inancındaydı. Kral ise paradoksal bir biçimde, feodal hukuk
kurallarını kullanarak feodal beylerin güçlerini kırmaya ve ilk aşamada küçük
senyörlerin haklarını ayrıcalıklara dönüştürerek onları kendine bağımlı kılmaya
girişmiştir. Laik aydınlar düşünsel alanda, tüccarlar maddi alanda merkezi
ulusal devleti oluşturma yolunda ilerleyen krala yardımcı oluyorlardı; kısacası
burjuvazi, kendisinin de gelişmesini engelleyen en büyük feodal güce, yani
Kilise’ye karşı yürütülecek mücadelede kralı desteklemeye hazırdı.
Ancak, Kralın
kişiliğinde somutlaşan egemen devletin kat etmesi gereken uzun ve çetin bir yol
ile birde ön koşul vardı: Kralın dışa karşı bağımsızlığını kazanması. Çünkü dış
bir gücün ya da güçlerin hükmü altında bulunan bir kralın kendi ülkesinde
mutlaka bir otoriteye sahip olması olanaksızdı.
Dolayısıyla kralın
ivedilikle çözmesi gereken temel sorunu, dışsal iki gücü yani imparator ile
papaya karşı bağımsız olduğunu ilan etmesiydi. İmparatorluk ciddi bir tehdit
oluşturmuyordu. Ancak papalar, yüzyılların birikimi sonucunda Hıristiyan
halklar üzerinde manevi bir otorite kurmuşlar ve feodal sözleşmeler yoluyla da
ekonomik ve siyasal bir güce ulaşmışlardı, ayrıca aforoz gibi bir yaptırım
silahına sahiptiler.
Kral, gerek Kilise’ye, gerek
İmparatorluk ile feodal beylere karşı egemenliğini kurma amacıyla giriştiği
mücadele düşünsel (entellektüel) açıdan iki önemli silahla donanmıştı. Bunlar, Avrupa’nın
yeniden keşfettiği Roma hukuku ile Aristotelesçilikti.
I.Roma Hukuku ve
Aristotelesçilik
XII. yüzyılda Roma
hukukunun yeniden gündeme getirilmesindeki temel amaç, Kilise ile rekabet
içinde olan imparatorlara, dünyevi üstünlüklerini kabul ettirebilmeleri için
gereken hukuksal kanıtları sağlamaktı. İmparatorların işine yarayan Roma
hukukunun kendi çıkarlarına ters düştüğü kanısına kapılan krallar, ilk başlarda
bu hukuktan söz edilmesinden bile çekindiler.
Fakat İmparatorluğun zayıflamasıyla birlikte krallar Roma hukukunun
kendilerine ne denli yararlı olacağının farkına vardılar.
Roma hukukunun krala
verdiği ilk hizmet, feodal güçlere karşı giriştiği mücadele de ona destek
olmasıydı. Çünkü bu hukuk, feodalizme içkin bir anlayışın(yani, iktidarı
parçalayıp kamusal alan ile özel alanları birbiriyle karıştıran
anlayışın)karşısına, kamusal alan(res
publica)ile kamusal güç(imperium)kavramlarını
dikiyordu. Yani ülkede tek bir kamusal gücün bulunduğu ve bu gücün de tek bir
yerde(kralın elinde)toplanması gerektiği sonucuna ulaşılıyordu. Ayrıca Roma
hukuku,yeni düşünsel kategoriler sağlayarak,feodal yapıyı yıkmaya yönelik yeni
krallık uygulamalarına hukuksal açıdan meşruluk temelleri kazandırıyordu.
Roma hukukunun krala
sunduğu ikinci hizmet, İmparatorluğun dünyevi hegemonya savlarını çürütmeye
katkıda bulunmasıydı. Gerçekte krallık hukukçuları, Roma hukukunu evirip
çevirerek ‘’kral ülkesinde imparatordur’’formülünü ortaya çıkarmışlardı. Bu
formül aynı zamanda kralın iktidarını sınırlamaya yönelik Orta Çağ iktidar
kuramlarını da yadsıyordu.
Roma hukuku, son olarak,
krala papalıktan bağımsız olabilmesi için gereken hukuksal ve düşünsel
silahları sağlama hizmetinde bulundu. Ayrıca krallık hukukçuları, papayı devre
dışı bırakmak amacıyla Roma hukukunun temel taşlarından birisi olan ‘’imperium’un halktan kaynaklandığı’’
ilkesine de yeniden canlılık kazandırdılar. Siyasal iktidarın kaynağına halkın
yerleştirilmesi, papalığın plenitudo
potestatis savının iflas etmesi demekti.
Orta Çağ siyasal
iktidar(ve devlet)anlayışının değişikliğe uğratılmasında etkili olan bir diğer
yenilik Aristotelesçiliğin yeniden doğuşuydu. Aristotelesçi yaklaşımda Aquinumlu
Thomas toplumun(devletin)doğal olduğunu ortaya koymuş, fakat bu düşünceyi
mantıksal sonuçlarına kadar götürmemişti. Oysa devletin doğallığı kabul
edildiği takdirde, kaçınılmaz olarak, onun oluşumunda yer almayan dışsal bir
otoritenin(Kilise’nin otoritesinin)hükmü altında bulunmasının akla aykırı
olduğu sonucuna varılıyordu.
Aristotelesçi
yaklaşımda İbni Rüştçülük, akıl ile imanı kesin çizgilerle birbirinden ayırıyor
ve bu dünyada mutlu olmak için salt aklın yeterli olduğunu belirtiyordu. Böylece
din, bu dünya işleriyle hiçbir ilgisi olmayan bir inanç sorunu haline
getiriliyordu. Bu düşüncenin siyasal düzeye uyarlanması, devleti Kilise’den
bağımsız kılma sonucunu doğuruyordu. Her iki otorite farklı alanlarla ilgili
olduğuna göre, bu yer yüzündeki yaşamı düzenleyip yönetme yetkisi yalnızca
dünyevi otoriteye ait demekti. Hatta İbni Rüştçülüğün bu siyasal yorumu daha
ileriye götürerek, kilise-aynı zamanda dünyevi bir kurum olma özelli
nedeniyle-belli ölçüde devletin denetimi altına sokulabilirdi.
Aristotelesçilik ve
Roma hukuku yaklaşımı şeklinde iki koldan gelen bu etki, meyvalarını ilk önce
büyük Fransa Kralı IV.Philippe ile Papa VIII.Bonifacius arasındaki çatışma
döneminde verdi.Kısa bir süre sonra,imparator ile papa arasında patlak veren
çatışmada da,dünyevi iktidar bu düşünsel yaklaşımlar doğrultusunda savunuldu .
II. Kral-Papa
Çatışması
Fransa Kralı Güzel Philippe(IV.Philippe) ile Papa VIII.Bonifacius
arasında 1296 da patlak veren çatışmanın nedeni ; paraya gereksinim duyan
krallar uzun zamandan beri,büyük servetler toplamış olan Kilise’nin vergi
ödeyerek devletin harcamalarına katkıda bulunmasını istiyorlardı.Roma
Kilisesi’nin uzlaşmaz katı tutumu karşısında bu çatışma,çok kısa süre içinde
siyasal bir niteliğe büründü.Ancak kısa süre içinde Papa VIII .Bonifacius, geri
adım atmak zorunda kaldı. Roma Kilisesi,1297deki Etsi de statu fermanıyla, krala ülkenin korunması gibi ivedi ve
zorunlu durumlarda papanın onayını almaksızın din adamlarından ve kiliseden vergi
alma hakkını tanıdı. Ancak , Kral bu kadar küçük bir kazançla yetinmek
niyetinde değildi.Kilise’de dünyevi iktidar karşısındaki üstünlük savından vazgeçmeye
hiç de gönüllü durmuyordu.Ve kral-Kilise çatışması,dört yıl sonra küllerinin
arasından yeniden alevlendi.
Bu ikinci çatışmayı başlatan neden,1301
yılında Pamiers Piskoposu Bernard
Saisset’nin İngiltere ile iş birliği yaptığı gerekçesiyle Fransa kralı
tarafından tutuklanıp yargılanmasıydı. VIII. Bonifacius Ausculta fili fermanıyla IV.Philippe’ nin bu davranışını mahkum etti
ve Kilise Kurulu’nu toplantıya çağırdı.Güzel Philippe’nin Papa’nın tehditlerine
verdiği yanıt,Fransız piskoposlarının Kilise Kurulu’na katılmalarını yasaklamak
oldu.
Bu kurulda yaptığı
konuşmasında dünyevi konularda kendisinin üzerinde bir başka güç tanımadığını
ve krallığının bağımsızlığını her ne pahasına olursa olsun yalnız Tanrı’ya
güvenerek savunacağını belirten Güzel Philippe, Papa ya karşı yürüttüğü
politikasını Katmanlar Meclisi(Etats Generaux ; (üç toplumsal katman
temsilcilerinin katıldığı meclis))’ne onaylattı. Bu dünyevi iktidar için tam
bir zaferdi. Çünkü krala destek verenler yalnızca laik katmanlar yani soylular
ile burjuvalara değildi; din adamları katmanı, diğerleri kadar coşkulu bir
biçimde olmasa da kralın politikasına arka çıkmışlar ve böylece dünya işeri
bakımından krala bağlı olduklarını kabul etmişlerdi.Ama VIII.Bonifacius
mücadeleyi bırakmadı;1302 yılının sonuna doğru Kilise Kurulu toplandı ve Unam sanctam fermanı ilan edildi.Bu
fermanda iki kılıç kuramına dayanarak bütün dünyevi iktidarların papaya bağımlı
oldukları savı işleniyordu.
Papanın yenilgiyi
kabul etmek şöyle dursun üstünlük savında ısrar etmesi ve aforoz tehdidini
savurmaya başlaması IV .Philippe’nin sorunu güç kullanarak çözmeye kalkışmasına
neden oldu.1303 sonbaharında
Şansölye(Adalet Bakanı) Guillaume de Nogaret,VIII.Bonifacius’u
tutukladı.Yaşlı papa kendisine karşı kullanılan şiddetin etkisinden kurtulamadı
ve bir ay sonra öldü.Çatışmanın bu şekilde sona ermesi,Fransız monarşisinin
Roma Kilisesi karşısında güçlü bir konum elde etmesine yol açtı.
VIII .Bonifacius’un
ardılları,Güzel Philippe’e karşı yayımlanmış olan fermanları geri aldılar ve
din adamlarının yargılama yetkilerinin büyük ölçüde kısıtlanmasını kabul etmek
zorunda kaldılar.Böylece ulusal devlet,Kilise ‘ye karşı bağımsızlığını ilan
ederek,egemenliği yolunda önemli bir adım atmış oluyordu.Bu çatışmanın bir
diğer sonucu ise siyasal düşünceler alanına büyük bir canlılığın gelmesiydi.
III. Çatışma Ortasında
Karşıt Savlar
Papa ile kral
arasındaki çatışmanın Kilise’nin mülkleri (ve bunların vergilendirilmeleri) konusunda
patlak vermesi, papa yandaşlarının Papalığın gücü hakkında daha ciddi bir tavır
takınmalarına yol açtı. Çünkü Kilise
ruhani otoriteye sahipse de elinde bulundurduğu mülkler dünyevi alanın
içindeydiler. Fakat asıl önemli sorun, ruhani iktidar ile dünyevi iktidar
arasındaki sınırın ya da daha doğrusu ilişkilerin belirginleştirilip saptanması
konusunda ortaya çıkıyordu. Bu da, her iki iktidarın kökenlerinin ve doğalarının
araştırılmasını gerektiriyordu.
A.Papalık Savunucuları
Bu dönemde Papalık
savlarının en önemli savunucusu, Roma’lı Gilles olarak da bilinen Aegidius
Colonna Romanus’tur. Aegidius Colonna’ya göre, evrensel(doğal)düzende alt ile
üst arasında bir hiyerarşi vardır; bir başka deyişle alt düzeydeki iktidarların
üst düzeydeki iktidarlardan türediği ve bütünüyle onlara bağımlı olduğu bir
ilişkiler zinciri bulunmaktadır. Ruhun maddeye,ruhani olanın dünyevi olana
üstünlüğü de bu doğal hiyerarşinin gereğidir.Dolayısıyla Hıristiyan toplumsal
düzeni içindeki dünyevi iktidara ruhani iktidar bağımlı olmak zorundadır.
Aegidius Colonna, ‘Kilise
ile özdeşleşen ve böylece ruhani iktidarı tekelinde bulunduran papa, bu
konumdan ötürü bütün dünyevi iktidarların üstünde yer almakta ve onları kendine
bağımlı kılmaktadır’ inancındaydı. Papanın dünyevi olan her şey üzerindeki
üstünlüğünü daha da vurgulayabilmek için dominium
kavramına başvurur. Ona göre, hiçbir dominium,
yani gerçek siyasal iktidar anlamında bir kişinin bir başkası üzerindeki
iktidarını gerekse mülkiyet üyeliği anlamında bir kişinin bir nesne üzerindeki
iktidarını içeren hiçbir alt-üst ilişkisi papanın onayı ile kutsanmadığı sürece
meşru değildir. Papayı her türlü meşru dominium’un
tek kaynağı haline getiren ve bu özelliğinden ötürü onu(ruhani sorunların
dışında)bütün dünyevi sorunların da kesin yargıcı konumuna yükselten Aegidius
Colonna’dan başka plenitudo potestatis ‘i
savunan bir diğer önemli düşünür Viterbo’lu Jacobus’tur.
Viterbo’lu Jacobus, kilise’
nin tek gerçek krallık oluşunu, onun evrensel bir
boyuta ve üstün bir işleve sahip olmasına bağlar. Kilise’nin başında bulunan
papa, ruhani iktidara mutlak bir biçimde sahiptir ve onu kullanırken de hiçbir
sınırla kısıtlı değildir. Elinde bulundurduğu bu üstün güç, papanın her an
dünyevi alana karışmasına olanak vermektedir. Daha doğrusu, eylemlerini ruhani toplumun gözettiği
yüce amaca uygun kılmayan bir prensi yada bir kralı yargılayıp cezalandırmak, hatta
gerekirse iktidardan almak papanın hem hakkı,hem de görevidir.Bu bakımdan bütün
prensler iktidarını papaya karşı sorumlu olarak yürütmektedirler.Açıkçası her
iki iktidar da ‘piskoposların piskoposu’ olan papaya aittir;bir başka deyişle
gerçek kralın(regnum)doruğunda oturan
papa aynı zamanda yer yüzündeki tek gerçek kraldır(rex).
Viterbo’lu Jacobus’un,
tıpkı Aegidius Colonna gibi,’farklı iki
iktidar’ düşüncesini kabul edip kullanmasının tek bir nedeni vardır, o
da dünyevi iktidarı mutlak bir biçimde ruhani iktidarın hükmü altına sokmaktır.
Bu anlayışın karşısında yer alan krallık savunucuları ise,bu düşünceyi sözlük
anlamında ele alarak,yani iki iktidarı kesin çizgilerle birbirinden ayırarak
dünyevi iktidarı kilise karşısında bağımsız kılmayı amaçlarlar.
B.Krallık Savunucuları
Bir Dominiken olmakla
birlikte kralın yanında yer alan Jean, düşüncelerini Aristotelesçi felsefenin
içine oturtup Roma hukuku kavramlarını kullanarak, bir yanda imparatorluk
savlarını, öte yanda plenitudo potestatis’le
sonuçlanan papalık kuramlarını çürütmeyi amaçlar.
Paris’ li Jean,
kuramını siyasal toplumun doğallığı varsayımı üzerine oturtur. Ona göre doğal
toplumsallaşmanın zorunlu bir sonucu olan devlet, yalnızca maddi sorunlarla
ilgilenmeyip, iyi bir yaşam için gerekli olan ahlaki ilkeleri de ortaya koyar.
Devletin maddi olduğu kadar ahlaki bir amaç gütmesi, onun salt bedenlerin
yönetimiyle ilgili olmaması demektir. Dolayısıyla papalık kuramcılarının
siyasal iktidarı maddi alan ile sınırlı tutmaya ve böylece ruhani iktidarın
hükmü altına sokmaya kalkışmaları, büyük bir yanılgıdır. Üstelik siyasal
toplumun doğal oluşu, onun öncel olduğunda gösterir. Devlet Kilise’den önce
olduğundan, kralı papanın boyunduruğu altına sokmanın tutarlı hiçbir yanı
yoktur.
Doğal hukuk, dünyaya
tek bir kişinin egemen olmasını değil, yeryüzünde bir çok kralın bulunmasını
gerektirmektedir. Bunun anlamı da,Fransa kralının kendisine imparator denen
herhangi bir kimseye bağımlı olmadığı ya da bazı krallık hukukçularının
deyişiyle ‘’kralın kendi ülkesinde bir imparator olduğudur.’’
Her ne kadar dünyevi
iktidar büyük bir çeşitlilik içeriyorsa da, ruhsal alan bütünsel bir nitelik
taşıdığından onunla ilgili iktidarın, yani ruhani iktidarın, evrensel olması , bunu
içinde tek bir elde toplanması gereklidir.Ancak Kilise’nin evrensel
oluşu,dünyevi iktidarın onun hükmü altına yerleştirildiği anlamına gelmez.Çünkü
her iki iktidarın yetki alanları ayrıdır.Bu konuda Paris’li Jean,Aegidius
Colonna ya da Viterbo’lu Jacobus gibi papalık savunucularının kullandıkları
silahları kendilerine karşı çevirme yöntemini benimser.
İlk olarak, Kilise’nin
başında bulunan papanın dünyevi mallar ve mülkler üzerinde bir hak iddia
edemeyeceğini göstermek için, bu hakkı İsa’dan kaynaklandıran görüşlerin kutsal
yazılarla bağdaşmadığını kanıtlamaya çalışır.
İkinci olarak Jean,
Kilise kuramcılarının her fırsatta gündeme getirdikleri ‘’Constantinus’un
Bağışı’’belgesinden papanın Fransa kralı üzerinde herhangi bir hakka sahip
bulunduğu sonucunu çıkarmanın olanaksız olduğunu vurgular.
Böylece plenitudo potestatis’in hem felsefi, hem
teolojik dayanaklarını yıkan Paris’li Jean, devletin Kilise karşısındaki
özerkliğini daha sağlam temellere oturtmak için iktidarın dolaylı çıkış
kuramını benimser. Bu kurama göre, kralın iktidarı yine Tanrı’dan gelmektedir, ama
bu kez aracı konumunda olan kilise değil, halktır.Halka iktidar kuramı içinde
bir yer verilmesiyle yalnızca Kilise devre dışı bırakılmaz,ayrıca kralın
iktidarına bir sınırlama getirilir.Aristokratik ve demokratik öğeler içeren
monarşinin en iyisi olduğunu söyleyen Jean,kralı kendi seçen halka karşı
sorumluluk içine sokar.Kraldan yasalara ve halkın özel mülkiyet gibi haklarına
saygılı olmasını ister.Getirilen bu sınırlamanın amacı monarşinin keyfi bir
yönetim biçimine, daha açıkçası despotizme dönüşmesini önlemek içindir.Ona
göre, Kilise ruhani görevlerini yerine getirebilmek için bir araç olarak
mal-mülk sahibi olabilir. Ama mallar ve mülkler dünyevi alanda bulunduklarında,
bunları yasal açıdan yönetmek yalnızca siyasal iktidarın yetkisi içindedir.
Böylece Jean, Güzel Philippe kilise mallarını vergilendirme politikasını
doğrulamış olur.
Paris’li Jean’ın Güzel
Philippe’e destek olmak için izlediği bir başka yol papanın Kilise içindeki
yetki alanını sınırlandırmaktır. Bu bağlamda ‘demokratik monarşi’ düşüncesini
Kilise yönetimine uyarlayarak, ruhani iktidarın yalnızca papaya değil, bütün
Kilise’ye verildiğini belirtir. Bunun anlamı, papanın üstünde Kilise Genel
Kurulu’nun bulunduğudur.
Gerek papa, gerek kral,
kendi alanlarında mutlak egemen değilseler de, her biri diğerine karşı kendi
alanı içinde üstün durumdadır. Bir başka deyişle, papa ruhani konularda
kraldan, kralda dünyevi konularda papadan üstündür. Ancak bu her iki iktidar
sahibinin kendi alanında diğerlerinden bağımsız olarak hüküm sürmesi ilkesi
normal (olağan) koşullar altında geçerlidir. Ruhani iktidar ile dünyevi iktidar
birbirlerini tamamladıklarından, yetkisini aşan bir iktidara karşı diğerinin
onun alanına belli biçimlerde müdahale hakkı doğar. Jean,karşılıklı
müdahaleleri içeren bu ilişkileri ayrıntılı bir şekilde ele alıp inceler.
Olağan dışı durumlardan
ilki, kralın dünyevi bir suç işlemesidir. Bu durumda papa , kralı seçen
soyluların kendisinden bir yardım istemeleri dışında,dünyevi alana karışma
hakkına sahip değildir.Kral ruhani bir suç işlerse,papanın onu yargılayıp
cezalandırma hakkı doğar.Buna karşılık kralda, sapkın öğretileri savunmak ya da
Kilis genel kurulunun toplanmasını engellemek gibi nedenlerden ötürü dinsel
suçlu duruma düşen papaya karşı doğrudan harekete geçemez. Böyle bir suç ruhani
alanda işlenmiş olduğundan, bunu kavuşturmak hakkı yüksek din adamlarına
aittir. Eğer bu kişiler kraldan yardım isterlerse; o zamanda kral dünyevi
gücünü kullanarak papayı görevinden alır. Kralın papayı doğrudan doğruya
cezalandırması durumu, papanın dünyevi alanı ihlal etmesi sonucunda belirlenir.
IV.Dante(1265-1321):Evrensel
Laik Monarşi
A.Savaşlar Ortamında
Dante’nin Yaşamı
Dante’nin doğduğu tarihte, Floransa’da siyasal ve ekonomik
üstünlük sağlamak isteyen imparatorluk yanlısı Ghibellinolar ile papalık
yanlısı Guelfolar arasında şiddetli çatışmalar vardı. Dante’nin burjuvazi
kökenli ailesi Guelfolar yanında yer almıştı; Dante de ailesinin izinden
giderek daha ‘’demokratik’’olan bu hizibin bir üyesi oldu. Bilim ve felsefeyle
uğraşan diğer yurttaşlar gibi Doktorlar ve Eczacılar Loncası’na girdi ve etkin
olarak politikaya atıldı.Bu arada Guelfolar , ’’Beyazlar’’ ve ‘’Siyahlar’’olmak
üzere iki partiye bölünmüşlerdi.Beyazlar ‘demokratik’ reformları sürdürmek
istiyorlar,Siyahlar ise buna karşı çıkıyorlardı.Ayrıca edebiyat kuramı ile
ahlak felsefisiyle de uğraşmış olan Dante, siyasal düşüncelerini De monarchia (Monarşi Üzerine) adlı yapıtında ortaya
koymuştur.
B.Evrensel
Monarşinin Gerekliliği
Aristoteles gibi Dante
de, toplumun doğal bir özü olduğu varsayımından yola çıkar. Toplumun doğal
oluşu ,Dante’ye göre metafiziğin bize açıkladığı yasaların topluma da
uygulanabilirliği sonucunu doğurmaktadır.Buaradan hareketle toplumun bir
siyasal iktidar şeklinde örgütlenişinin gerekliliğini ortaya koymak hiç de zor
olmaz. Nasıl Aristoteles metafiziğinde maddenin düzene sokulabilmesi için
formun gücüne gereksinim varsa, insanları da yola getirebilecek bir güç
olmalıdır.
Devleti özgür bir
birleşmenin sonucu değil de, doğal güç ilişkisinin bir ürünü olarak algılayan
Dante, insanlar arasındaki yönetimin yapısını saptayabilmek için siyasal
toplumun ereğinin bilinmesi gerektiğini belirtir . Çünkü parça için doğru olan
bütün için de doğrudur. Öyleyse, parçanın(yani bireyin)bilgeliğe, dolayısıyla
mutluluğa ulaşması için nasıl dinginlik gerekiyorsa, aynı şekilde bütünün(yani
toplumun)mutlu olması da ancak evrensel barışın sağlanmasıyla olasıdır. Bu
bakımdan barış, insanlığın ereğine ulaşmasındaki temel araçtır.
Dante, daha sonra savının
doğruluğunu daha da pekiştirebilmek amacıyla çeşitli düzeylerdeki diğer
kanıtları sıralamaya koyulur. İlk olarak insanlığın iyiliğinin elinden
geldiğince Tanrı’ya benzemek olduğunu belirtir. Ona göre Tanrı birliği
içerdiğinden, insanlığın Tanrı’ya benzemesi ancak ‘bir’ olmasıyla olasıdır. En
iyi birlik ise, insanlığın bir bütün olarak ‘bir’de,tek bir kişide
birleşmesiyle gerçekleşir.Bunun anlamı,bütün insanların tanrısal amaç gereğince
tek bir prensin,yada imparatorun,evrensel kralın hükmü altına
girmeleridir.İnsanlar arasındaki bütün sorunları çözecek en üst yargıç
konumunda olan monark, barışçıl düzeni kurarak adaleti gerçekleştirir.Adaletten
başka özgürlüğün de en iyi şekilde gerçekleştirildiği rejim
monarşidir.Monarşide yurttaş yönetici için yaşamaz,yurttaş için yaşayan
yöneticidir;yani kral halk için vardır.Demek ki monarşi,yurttaşların kendileri
için var olmalarına olanak tanıyarak özgürlüğü sağladığından en iyi siyasal rejimdir.
Son olarak Dante, sıraladığı
tüm bu kanıtların kutsal bir olayla desteklendiğini belirtir.İsa,bir insan olarak
doğmak için bu yetkin monarşinin hüküm sürdüğü bir tarihi seçmiştir.Artık
bundan sonra evrensel monarşinin dünyevi düzen bakımından gerekli olduğu
gerçeği,hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya çıkmış bulunmaktadır.
C.Roma İmparatorluğunun
Meşruluğu
Dante, Romalıların
meşru bir imparatorluk kurduklarını kanıtlamaya yönelik,bir yanda evrensel
monarşinin gerekliliği savını tarihsel temellere desteklemeyi, öte yanda
kurulmasını arzu ettiği yeni imparatorlukta en önemli yerin Romalıların doğal
kalıtçıları olan İtalyanların hakkı olduğunu savunmayı amaçlar.Bu amacına
ulaşmak için Dante,hak kavramını Tanrı ile ilişkilendirir..Buna göre bir şeyin
haklı olup olmadığını saptamak,bu konuda Tanrı’nın ne istediğini anlamakla
olasıdır.Bunun içinde yapılması gereken
tek iş,tanrısal belirtileri doğru bir biçimde kavramaktır.
Dante imparatorluğun
Romalıların hakkı olduğuna ilişkin birçok tanrısal belirti bulunduğunu ileri
sürer. Bu belirtilerin ilki ,Romalıların ataları Aeneas’tan ötürü soylu bir
halk olmasıdır.
Roma İmparatorluğunu
meşrulaştırmaya yönelik bir başka kanıt, Dante’nin iktidarı güç ilişkisine
indirgeyen anlayışından kaynaklanmaktadır. Tarihte yalnızca Romalıların bir
dünya imparatorluğu kurmayı başarmış olmaları,onarlın yönetmek için Tanrı
tarafından seçilmiş bir halk olduğunu göstermektedir.Burada emperyalizmin tarih
boyunca başvuracağı bir savı kullanan Dante,ortak iyiliğin hakkı içerdiğini
ileri sürüp,Romalıların güç,şiddet kullandıkları zaman bile haklı bir amaç
güttüklerinden ötürü imparatorluğa meşru bir biçimde sahip oldukları sonucuna
ulaşır.Dante’nin Roma İmparatorluğu savını doğrulamak amacıyla getirdiği son
kanıt,İsa’yı yargılayıp cezalandıran otoritenin,Hıristiyan ilkeleri
gereğince,haklı ve meşru olarak kabul edilmesi zorunluluğudur.
D.İmparator-Papa İlişkisi
Dünyevi iktidara
bütünüyle sahip olan imparatoru Kiliseden bağımsız kılmayı amaçlayan Dante,bu
nedenle ilk olarak plenitudo potestatis’in
dayanaklarını çürütmeye koyulur.
Dante’nin
geçersizlikleirni ortaya koyduğu papalık dayanaklarının ilki teolojik nitelikli
olanlardır. Örneğin, papanın üstünlüğü savını güneş ile ay arasındaki ilişkilerden
hareketle açıklamanın hiç de tutarlı olmadığını ileri sürer.
Daha sonra sıra, papalık
iktidarını savunan kuramların dayandıkları tarihsel kanıtların çürütülmesine
gelir. Dante, tıpkı Paris’li Jean gibi ‘Constantinus’un Bağışı’ belgesinin düzmece
olduğunu bilmediğinden bunu olduğu gibi kabul eder,ama bu belgeden papa lehine
herhangi bir hak türetilemeyeceğini belirtir.
Dante, papalık
yandaşlarının teolojik ve tarihsel kanıtlarını çürüttükten sonra iktidarın
birbirinden bağımsız oldukları düşüncesini savunur. Bu amaçla, bütün yaratıklar
içinde yalnızca insanın, iki yönü nedeniyle,’biri dünyevi yaşamının
mutluluğunu’ öne sürer. Bu çift ereğe ulaşılmasının da iki ayrı yönlendirici
iktidarı gerekli kıldığı sonucuna varır.
Üstelik ne papa, ne de
imparator, dünyevi ile ruhani alanların birliğini içermezler; bu birlik
yalnızca Tanrı’dadır. Bir bakıma papa ile imparator,’her biri Tarı’nın bir
yarısını oluşturan iki güneş gibi, biri dünyanın, diğeri Tanrı’nın olan iki
ayrı yolu aydınlatmaktadırlar.
İki iktidarın kesinlikle
birbirlerinin alanlarına karışmamalarını isteyen Dante,bu yapılmadığı takdirde
barışın,düzenin sağlanamayacağını belirtir.Ancak iki iktidarın arasında
bağımlılık şeklinde bir alt-üst ilişkisinin bulunmaması,bir tür eş güdümün
olmadığı anlamına gelmez.Dante,toplumun din dışı kurallara,yasalara sahip
olduğunu vurgulamaktadır.
Dante’nin, imparator
için ortaya koyduğu bu düşünceler, düşüş içindeki imparatorluktan çok
yükselmekte olan monarşilerin işine yarayacak ve kralı Kiliseye karşı yalnızca
bağımsız kılmakla yetinmeyen düşünürler tarafında kısa sürede aşılacaktır.
V.Padova’lı Marsilius
Dante’nin barış özlemini paylaşan, ama ondan farklı olarak
Kilise’yi siyasal iktidarın boyunduruğu altına sokarak modern anlamda devlet
kavramının düşünülebilmesine ilk katkıyı sağlayan düşünür Padova’lı
Marsilius’tur.
Marsilius, iktidar
sorunsalını ele alırken Orta Çağ’ın düşünsel kalıtlarının dışına çıkabilmiş
değildir. Bununla birlikte ,modern siyasal düşüncenin oluşması için gerekli
‘koşulları’ sağlamıştır;daha açıkçası, geliştirdiği ’sivil toplum’ anlayışıyla
siyasetin özerkliğini ve bunun uzantısı olan devletin ‘bir’liğini kurumsallaştırarak
modern(egemen)devlet kavramına giden yolu açmıştır.
A.Padova’lı Marsilius’un
Yaşamı
Marsilius, (1275-1280),burjuva kökenli bir ailenin üyesi olarak dünyaya gelmiştir ,ve İbni Rüşdçü
Aristotelesçilik çizgisini benimsemiştir.
B.Yetkin Toplum
Padovalı
Marsilius’un tam anlamıyla çağının bir düşünürü olduğu söylenebilir; o da Dante
ile aynı görüştedir: Halkların gelişmesini sağlayan barış(ya da huzur), bütün
krallıklar için istenilmesi gereken en büyük iyiliktir. Fakat nasıl her şey
kendi karşıtını doğuruyorsa, huzurun karşıtı olan çatışma da bir ülke içinde
büyük kötülüklere yol açmaktadır. Her bakımdan parçalanmış olan İtalya bunun en
tipik örneğidir.
Bir siyasal toplumdaki kargaşaların,
çatışmaların bir hastalık gibi çeşitli nedenleri vardır.
Marsilius bunlara yol açan nedenleri
Aristoteles’ in incelediğini ama onun bilmediği çok önemli bir nedenin
bulunduğunu belirtir. Bu neden geçmişte Roma İmparatorluğu’nu yıkmış olan ve
bugün birçok sivil toplumu(civilitas)
ve krallığı(regnum) tehdit eden
papalık kuramıdır. Marsilius’un plenitudo
potestatis ilkesinin(bütün iktidarlar tanrıdandır) ne denli gerçek dışı
olduğunu ortaya koymak temel uğraşısıdır.
Bu amaçla Marsilius, ilk önce toplumun ne
olduğunu açıklamaya yönelir. Çünkü plenitido
potestatis’in yıkılması, siyasetin tanrısal bir kökene başvurulmaksızın
düşünülmesini gerektirir. Yani siyasetin özerkliği sivil toplumun özerkliğinden
türemelidir.
Podavalı’ya göre insanları bir toplum
içinde birleşmeye iten tek neden gereksinimlerin karşılanmasıdır. Bu düşünce
Aristoteles’in zoon politikon düşüncesini dışlamaktadır. Çünkü insanları
yaşamlarını sürdürmek için gereksinimlerini karşılamaya yönelten doğal bir
dürtü vardır: ‘Bütün insanlar bir akıl bozukluğu ya da başka bir aykırılık
olmadıkça, doğal olarak yeterli(doyurucu) bir yaşam(vita sufficiens) geçirmek
isterler. Bu da, ancak insanlar arasında iletişim ve alışveriş şeklindeki
toplumsal ilişkilerin bulunduğu bir ortamda mümkün olduğundan, toplum doğal bir
isteğin sonucu olarak belirir. İnsanlar ilk önce aileler şeklinde topluluklar
oluştururlar, ardından köy aşamasından geçip gereksinimlerin tam olarak
karşılandığı yetkin toplum(communitas perfecta) biçimi olan civitas’a
ulaşırlar.
Marsilius, Aristoteles’e atıfta bulunarak
sivil toplumun sonul amacını ‘ bütün yeterlik öğelerini içinde barındırarak
yalnızca yaşamayı değil, iyi yaşamayı sağlamak’ olarak belirtir.
Toplumun türdeş bir
nitelik göstermeyip çeşitli bölümlere ya da parçalara ayrılmış olmasını
Marsilius, yeterli yaşamın elde edilmesinin zorunlu koşulu olarak açıklar.
Demek ki toplum iş bölümünün sonucudur; yeterli yaşamın sağlanması ise bu iş
bölümünün sürdürülmesine bağlıdır. Toplumsal farklılaşmanın temel nedeni doğal
eğilimlerdir.
Marsilius’un deyimiyle ‘Civitas yaşayan ya
da canlı olan bir doğal varlık gibidir.’Demek ki sivil toplum, insanların
akıllarını kullanıp doğaya öykünerek gerçekleştirdikleri yapay bir bütündür. Bu
sivil toplumun iyi işleyebilmesi, amacına ulaşabilmesi, yani iyi bir yaşamın
koşullarını, dolayısıyla barışı sağlayabilmesi için her toplumsal bölümün kendi
yerinde olup kendi işini görmesi gerekir. Ayrıca bölümler arasında dengenin
kurulup sürdürülmesi, toplumsal barışın temel güvencesini oluşturur.
Marsilius’a göre civitas’ta 6 bölüm bulunur.
Bu bölümlerin başında, insanlar arasında
bozuşmaları engelleyecek ya da yargılayacak adalet kurallarını gözeten,
gerektiğinde zor kullanan yönetim bölümü gelir. Bu toplumsal görev prensin
kişiliğinde somutlaşır. Bunun ardından gelen düşmanlara, başkaldıranlara karşı
zorlayıcı gücü kullanan askeri bölümdür. Üçüncü sırada din adamlarını kapsayan
dinsel bölüm gelir. Son üç sıradaki bölümler; yani köylüler, zanaatkarlar,
maliyecilerdir. Bu altı toplumsal bölümü iki kümede toplayabiliriz: İlk üçünde
yer alan insanlar sivil toplumun honorabilitas denen üst kısmı, diğerlerindekiler
avamı ya da bayağı çoğunluğu(multitudo vulgaris) oluşturmaktadır.
Marsillius’un altı bölüme ayırmasının iki
önemli sonucu olmuştur. İlk olarak, yönetim bölümü ya da prensle birlikte
siyasal iktidar ortaya çıkar, sivil toplum siyasal toplum niteliği kazanır.
İkinci sonucu ise, papanın siyasal iktidar üzerinde herhangi bir hak iddia
etmesinin olanaksızlığıdır.
C.Yasalar
ve Siyasal Toplum
Sivil toplumu oluşturan, onu var kılan
bölüm hangisidir? sorusuna Marsilius, ‘hiçbiridir’ diye yanıt vermiştir.
Bölümleri birleştirip sivil toplumu oluşturan ilke yasadır. ‘duygulardan ve
tutkulardan soyutlanmış akıl olan yasa’ bu dünyada haklıyı haksızı, yararlıyı
yararsızı gösteren ve olumlu ya da olumsuz yaptırımlar içeren zorlayıcı güçle
donanmış bir buyruktur. İşte yasa, toplumsal ilişkileri düzenlediği, ekonomik
mübadeleleri sağladığı, barışı gözettiği için adalet gerçekleşir. Kısacası yasa
olmadan adalet olamaz. Yasanın kim ya da kimler tarafından yapıldığı sorusuna
gelindiğinde Marsilius, döneminin çok ilerisinde bir görüşü savunarak yasama
erkinin halka ait olduğunu açıklar. Yasanın gerçekte yasa olabilmesi için
yasanın şiddet zor kullanma gücüyle donanmış olması gerekir. Yasa bütün ile
ilgilidir, bütünün çıkarını gözetir; öyleyse bütün yurttaşlar topluluğu yasayı
yapmalıdır. Yurttaşların hepsi yasaları kendi yaptığı duygusuna sahip olunca,
yasalara karşı çıkmaları için bir neden kalamaz.
Halk kavramının Marsilius’un kuramında iki
önemli işlevi vardır: Birincisi, yasayı dünyadaki insan işleriyle sınırlayarak,
kilisenin yasama hakkını kaldırmasıdır. İkinci işlevi ise, prensin iktidarını
hiçbir dini temele dayandırmadan meşrulaştırmasıdır.
Rızanın elde edilmesinde
en etkili yol seçimdir. Marsilius’un benimsediği yönetim biçimi monarşik
krallıktır.
Ç.Yönetim
Bölümü ya da Prens
Yasa civitas’ı var kılan ilkedir; ancak bu toplumsal bütünün
birliğini sağlayan yönetim bölümüdür, prenstir. Prens canlı bir organizmaya
benzetilen civitas’ın en önemli bölümü olarak ortaya çıkar. Yönetim bölümler
arasında en gerekli olandır. O olmazsa sivil toplum var olmaz. Demek ki sivil toplumun varlığının koşulu,
bir yönetime sahip olması, bir bakıma siyasal toplum haline dönüşmesidir.
Prens en üst seviyede bulunur. Bunun
anlamı, bölümlerin hepsi prens tarafından ve prense göre düzenlenmelidir.
Civitas’ta birbirinden farklı birçok insan, birçok bölüm bulunmaktadır fakat
bunlar yönetimin bir olmasıyla tek bir devleti oluştururlar. Prens egemen
değildir. Çünkü yasa yapma yetkisi yoktur. Prens halka karşı sorumludur.
İktidarı ona veren halk da prens gibi egemen değildir, prense bağlıdır.
D.Kilise-Devlet
İilişkisi
Kilisenin eline verilmiş erk yalnızca inandırma erkidir, oysa
kilise bunu zorlayıcı güçle donanmış yargılama erki olarak kabul edip kullanma
eğilimindedir. Dolayısıyla civitas’ın varlığı tehlikeye düşmektedir. Çünkü iki
iktidar olunca ikisine de tam olarak itaat edilmez. Ayrıca kilise yalnızca din
adamlarını içermemektedir. Kilise dendiği zaman yalnızca piskoposlar, keşişler,
papazlar anlaşılmamalıdır.
Papanın dinsel iktidarı gibi dünyevi
iktidarı da meşru değildir, gasptır. Din adamlarının işleri ruhların
kurtuluşuyla ilgilenmektir, yönetimle hiçbir ilgileri yoktur. Kısacası devlet
içinde devlet olamayacağına göre, kilise sivil yasaya ve bu yasaları uygulayan
prense boyun eğmek zorundadır.
Marsilius kilise devlet ayrımı yapmak
yerine bunları kaynaştırma yoluna gitmiştir. Yurttaşlar inananlardır, inananlar
yurttaştır, anlayışını savunur. Ayrıca birçok devlet ve tek kilise çelişkisini
genel kurul ve imanlı üstün yasamacı kavramıyla ortadan kaldırmaya çalışır.
Genel kurul otoritedir. Genel kurulun evrensel niteliği olmasından dolayı onu
toplamaya çağıracak yüce bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bunu imanlı üstün
yasamacı yapar.
VI. Ockhamlı William
Kendisine yenilmez bilgin(doktor invincibilis) denmiştir. Çünkü
kuşkularla girdiği tartışmalardan başarılarla çıkmıştır. Genç yaşta Fransisken
tarikatına katılmış, ilk eğitimini Fransisken Manastırı’nda almıştır. Oxford
Üniversitesinde ilahiyat öğrenimi gördükten sonra burada öğretim üyesi olarak
kaldı. Ancak sürdürdüğü tartışmalar tepki çekti ve hakkında soruşturma açılarak
Avignon’a gönderildi. Ama burası onun için bir dönüm noktası oldu. Avignon’da Fransisken tarikatının lideri
Michele ile tanıştı ve birlikte papaya karşı birlikte hareket ettiler.
Kilisenin mal mülk edinmesine karşı çıkıyorlardı ve bu yüzden kısa sürede
papayla araları açıldı.
A.Nomalizm
ve Sonuçları
Ockhamlı William, Roscelinus’un ortaya attığı nomalizm(adçılık)
akımının en önemli temsilcisidir. Kilisenin benimsediği realizm(gerçekçilik)
akımının ‘tümel gerçektir’ savına karşı nomalizm, genel kavramların, tümellerin
hiçbir gerçeklerinin bulunmadığını; bunların insanların düşünce sistemlerine
yakıştırdıkları birer ‘ad’dan(nomenden) ibaret olduğunu savunur. Nominist
geleneği sürdüren Ockhamlı, kaynağını Platon’un idealar felsefesinde bulan
realizmi şiddetli bir şekilde eleştirir.
Gerçekten var olan nedir? sorusuna yanıt
aramıştır. Ona göre kanıtlamayan, deneye tabi tutulamayan, nesnel olmayan
hiçbir şey doğru değildir ve insan aklıyla her şeyi çözebilir. Demek ki ruhun
ölümsüzlüğü ya da tanrının birliği, sonsuzluğu hatta birliği kesin olarak
kanıtlanamaz. Böylece Ockhamlı bilgi ile imanı, felsefe ile teoloiyi
birbirinden ayırır. William ayrıca pozitif yasayı insanın özgür istencinden
türetiyor. Bunun sonucu da kilisenin sivil toplumdan ayrılmasıdır.
B.Siyasal
İktidar ya da Devlet
William, bireyin radikal özgürlüğünü savunmaktan çok grupların,
korporasyonların, halkların, prensliklerin bağımsızlığını güvence altına almaya
önem verir. William’a göre devlet
soyut bir kavramdan
başka bir şey değildir, kendisini oluşturan bireylere indirgenmiştir. Barışı
sağlayan monarşinin iyi sıfatını kazanabilmesi için:
1-Kral ya da prens
kendi çıkarını değil, toplumun ortak yararını düşünmelidir,
2-Prens kendinden
daha üstünlerin olabileceğini aklından çıkarmamalıdır,
3-Prens doğal hukukun
ilkelerine ve feodal içerikli haklar ile özgürlüklere saygı duymalıdır,
4-Prens halkın her
koşulda ona itaat etmek gibi bir yükümlülüğünün bulunmadığının farkında
olmalıdır.
Siyasal iktidarın kökeninin doğrudan
çıkış kuramıyla açıklanabileceğini söyler. Çünkü imparator halkın oylarıyla
seçmenler tarafından belirlenir, aynı zamanda iktidarını tanrıdan alır. Ancak
prens despotizme kayarsa halkın onu devirme hakkı ortaya çıkar.
C.Kilise-Devlet
İlişkisi
William, dünyevi otoriteler gibi papanın da yetkisini
sınırlandırma yoluna gitmiştir. Papa otoritesini ruhani alanda kullanır.
Papanın da tıpkı prensler gibi iktidarı mutlak değildir. William Marsilius’taki
genel kurul düşüncesini benimser. Çünkü o da kilisenin düzenden saptığını ve
ancak bu şekilde denetim altına alınabileceğini savunur. Hıristiyanlarca
seçilen, tanrı tarafından onaylanan papa, kendinden üstün din kuralarına boyun
eğmek zorundadır. Ancak papanın ilke olarak(regulariter) siyasal iktidar üzerinde
hiçbir otoritesi olmamasına karşın, bazı durumlarda (casualitor) dünyevi alana karışma hakkı vardır. İmparator da dinsel
kararlar ve uygulamalar devletin işleyişine engel olup bireysel çıkarlara zarar
veriyorsa kilisenin işlerine karışabilir. Böylece William toplumda iki
başlılığın bulunduğunu ve her başın kendi alanında otorite olduğunu belirtir.
VII.
Reform’a Doğru
Siyasal iktidarlar ile çatışma içine giren papalık, gerek haklar
üzerinde sistemli bir biçimde uyguladığı sömürü politikası, gerek vazgeçemediği
lüks tutkusu nedeniyle, kısa sürede geniş kitlelerin tepkisini çekmeye başladı.
Kilise hakkındaki olumsuz yorumlar 1378’den 1417’ye kadar süren ve tarihte
Büyük Ayrım ya da Büyük Bölünme adıyla bilinen kilisenin büyük kriz döneminde
yaygınlık gösterdi.
Büyük Ayrım 1378’de patlak verdi. Uzun
yıllar sonra papalık makamına yeni birinin atanması ve onun tutumlarından
rahatsız olunması, seçimin geçerli olmadığını öne sürerek kendi istedikleri
kişinin papalığını ilan ettiler. Bu iki rakip papa gibi bunların izleyicileri
de birbirlerini reddetmeyi sürdürdüler, uzlaşmayı seçmediler.
Bununla birlikte bölünmeye son vermek
amacıyla, çeşitli öneriler getirildi. Bunlardan en dikkat çekeni Marsilius ve
William’ın genel kurul önerisiydi. Sonunda bu iki papanın kardinalleri bu
ayrımı yok etmek için Piza’da toplandılar. Burada genel kurulun papadan üstün
olduğu benimsendi. Ayrıca her iki papayı azlederek yeni bir papa seçtiler. Ama
sorun yine çözülmedi, çünkü azledilen papalar yine görevlerine devam ettiler ve
sonucunda iki değil üç papa oldu.
Sonunda Martinus’un papa olmasıyla büyük ayrım sona erdi.
John Wycliffe ve Jan Hus’un ortaya
attıkları reform önerisi gittikçe ağırlık kazanıyordu. Her iki düşünürün reform
tasarısında da ulusal çıkarların gözetilmesi önemli yer tutuyordu; fakat bazı
konularda da tam bir görüş birliği içindeydiler. John ve Jan kilisenin mutlak
egemenliğine karşı çıkıyorlar, öte yanda kilisenin servet edinmesini eleştirip
kilise mallarından vergi alınmasını, ya da kısıtlanmasını yasaklanmasını ve
endüljans satışlarının yasaklanmasını savunuyorlardı. Kutsal kitabın ilk
İngilizce çevirisini yapan Wycliffe’dir. Wycliffe’nin görüşünü benimseyenler
Lollard’lar diye bir grup oluşturdular. Bunların sürdürdüğü reform hareketi
aşağı sınıflar arasında eşitlik, kardeşlik gibi toplumsal bir boyut aldı.
Papalık makamının zayıflamasını hedefleyen
reformcular, siyasal iktidarın güçlenmesine neden oldular. Kral tanrının
temsilcisidir ve ona karşı çıkmak doğru değildir görüşü benimsenmeye başlandı.
Ayrıca kralın kiliseye müdahale etme yetkisi de vardı. Bu düşünceler ulusal
kilisenin habercisiydi. Ulusal gücün tek merkezde toplanması amacıyla, kralın
görevleri düzenli bir devlet bürokrasisine dönüştürülüyor, sürekli ordu
kuruluyor, ve ulusal vergi sistemi kabul ediliyordu.
Fransa’da VII. Charles Gallikanizm
öğretisini tam anlamıyla uygulamaya geçirmeye yöneldi. Bu amaçla 1438’de
Bourges’te topladığı Fransız din adamları meclisinde Pragmatique sanction de
Bourges adlı fermanı yayınladı. Bu ferman papanın yetkisini krala bağlı
kılıyordu. Böylece Fransa kendi reformunu gerçekleştirmiş oldu. Avrupa’da
Luther ile Calvin’in başlattığı reform hareketi Katolikler- Potestanlar
ayrımına sebep oldu.
REFORM
YA DA DOĞRU DİNE UYGUN DEVLET
Rönesans
Rönesans 14. yüzyılın sonlarında İtalya'da başlamıştır.
Rönesans'ın ilk önce İtalya'da başlamasında; İtalya'nın coğrafi konumu,
ekonomik durumu, dini ve tarihi önemi, siyasal durumu ve İslam Medeniyeti'nden
etkilenmesi önemli rol oynamıştır.
İtalya'da Rönesans, 14. yüzyılın sonlarında
Hümanizma ile başlamıştır. Hümanizma; Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek
kültür örneği olarak alan ve Ortaçağ'ın skolastik düşüncesine karşı Avrupa'da
doğup gelişen felsefe, bilim ve sanat görüşü, insanlık sevgisini en yüce amaç
ve olgunluk sayan bir doktrindir.
Rönesans’ın
Nedenleri:
1-Arapça’ya çevrilmiş
eski Yunan ve Roma eserlerinin tercüme edilmesi,
2-Kuzey Avrupa’dan
gelen Novgorod kavimlerinin medeni Avrupa toplulukları üzerinde kalıcı etkisi,
3-Coğrafi keşifler
sonucunda zenginleşen ve güzel sanatlar gibi alanlara destek veren sanatçıları
destekleyip, koruyan bir sınıfın oluşması(coğrafi keşifleri yapan Burjuva
sınıfı)
Rönesans şu temellere dayanıyordu:
●Yeryüzü ilgi çekici
ve araştırılmaya değer bir yerdir,
●İnsan güçlüdür ve bu
gücüyle büyük başarılar elde edebilir,
●İnsanın sürekli faal
olması şerefli bir şeydir,
●Gerçek güzeldir.
Rönesans’ın
Sonuçları:
1-Skolastik görüş
yıkılmıştır,
2-Yerine bilimsel düşünce
hakim olmuştur,
3-Reform
hareketlerini hazırlamıştır,
4-Bilim ve teknikteki
gelişmeler hızlanmıştır,
5-Avrupa’da sanattan
zevk alan aydın sınıf ve halk sınıfı oluşmuştur,
6-Din adamlarının ve
kilisenin halk üzerindeki otoritesi sarsılmıştır,
7-Avrupa’nın her
yönden gelişmesine ve güçlenmesine öncülük etmiştir.
I.Reform
Hareketi
Bir yandan Kilise’nin Büyük Ayrım ve sonrasında iyice
belirginleşen bunalımı, diğer yandan ulusal krallıkların papa ile olan
mücadeleleri ve nihayet toplumun alt katmanlarında, özellikle de köylüler
arasında baş göstermiş olan hoşnutsuzluklar, tüm Avrupa’yı kapsayacak yeni bir
dinsel ve siyasal hareket başlatmıştır.16. yüzyıldan itibaren, Fransa’dan
İngiltere’ye, Almanya’dan İsviçre’ye, Macaristan’dan Çekoslovakya,Avrupa’nın
batısı ile doğusunda yaygınlaşan bu yeni hareket,tarihte ‘’Reform
Hareketi’’olarak bilinir.
Reform Hareketinin tarihsel olarak
doğurduğu sonuçlar hakkında da bazı ön kabuller vardır. Bunlardan biri, Reform’la başlayan değişim
sürecinin, modern devlete giden yolda önemli bir sıçrama niteliğinde olduğudur.
Bir diğer önkabul ise, Rönesans hareketi ile birlikte değerlendirildiğinde ,
Reform’un ortaçağa damgasını vurmuş bulunan Kilise bağnazlığından kurtulmayı
sağlayan bir ‘özgürlük hareketi’ olduğudur.Nitekim tarih dönemlere bölünürken, Rönesans
ile reformasyon birbirine sıkı sıkıya bağlanır; hatta bazen bunlar bireysel
özgürlük, demokrasi gibi ortak bir ruhun belirimleri diye gösterilirler.
Reform’un modern dünyanın, modern toplumsal ve
siyasal örgütlenmenin temellerini atan yeni bir dönemi Rönesans ile birlikte
başlattığı yargısı, özellikle ünlü alman düşünürü Max Weber’in tezleriyle
bilimsel bir gecerlilik kazanmıştır. Weber’in tezleri, Reform’un ürünü olan
‘Protestan ahlakının Batı dünyasında kapitalizme geçişi mümkün kılan bir
kültürel öğe olarak görülmesine yol açmıştır.
Buna karşılık, Reform Hareketenin temelde
özgürlükçülüğe karşıt olan bir çekirdeğinin bulunduğunu da ileri
sürebilmektedir. Örneğin Katolik Kilisesi’ne muhalefet olarak ortaya çıkan
Reform Hareketi’nin Almanya’da ki önderi Luther’in otoriter ve muhafazakar
özellikleri ağır basan bir öğreti geliştirdiği savı ile Reform Hareketinin
demokrat ve özgürlükçü nitelikler taşımayan bir akım olarak görmek de
mümkündür.
Avrupa’da reformun ortaya çıktığı
tarihlerde, salgın hastalıklar ve kıtlığın sona ermesiyle hızlı bir nüfus
artışı yaşanıyordu. Bu artış, ticarette, teknolojide, eğitim ve sanat
alanlarındaki yeniliklerle bir arada gerçekleşiyordu.
Kent yaşamının ve kentlilerin ekonomik,
kültürel ve siyasal yaşamdaki etkinliklerinin giderek arttığı bir dönemi
simgeleyen 16.yüzyılda, para ekonomisin yaygınlaşması da söz konusuydu ve bu
para ekonomisi aynı zamanda kazanılan paranın ticareti besleyen sanayiye
yatırılması gibi bir olguyla beraber gerçekleşiyordu.
Krallığın, ticaret ve kent yaşamındaki
gelişmelerin yarattığı toplumsal tabakalaşma örüntüsü içindeki değişim ve
çelişkilerden yararlanarak iktidarını güçlendirmesi kaçınılmaz olarak, krallık
ile kiliseyi, papayı karşı karşıya getiriyordu. Krallar ve prensler gibi,yeni
para ekonomisine uyum sağlamaya çalışan papalık da yeniliklerin
peşindeydi.Böylece bu çatışmalar içinde Fransa’nın ve daha sonra da
İngiltere’nin Roma Kilisesi’yle
aralarına mesafe koyduklarını biliyoruz.Bu çatışmalar,Kilise’nin itibarını
sarsıcı nitelikte tüm Avrupa’ya yayılan etkiler yapmıştı ki Reform biraz da b
yıpranmanın ürünüydü.
Bu çatışma ve çelişki dolu koşullar Reform
Hareketine elverişli bir ortam oluşturmuştur. Ancak reformun ortaya çıkıp gelişmesini
kolaylaştıran başka etkenler de vardır. Bunlar arasında matbaanın bulunması ve
yazılı eserlerin yaygınlaşması ilk akla gelenlerdir. Matbaanın yaygınlaşmasıyla
beraber;okuma ve özellikle dinsel metinleri aslından öğrenebilme olanağı bulan
laik kesim artık doğru dine sadık kalmayı veya doğru dine dönmeyi talep
ediyordu.Bu da kilisenin otoritesini sarsmaktaydı.
II. Almanya’
da Reform
Bütün Avrupa’da Reform hareketini ateşleyen kıvılcımın,
Almanya’nın Wittenberg kentinde, Martin Luther’in saray kilisesinin kapısına
Doksan Beş Tez’ini asmasıyla başladığı genellikle kabul edilmektedir.
A.MARTIN LUTHER
1.Yaşamı ve Tezleri
1483te dünyaya gelen Luther Almanya’da
reform hareketlerinin öncüsüdür. Babasının arzusu üzerine hukuk fakültesine
gitti ve özellikle hitabet(retorik) alanında kendisine ileride gerekecek olan
alt yapıyı hazırladı.1501’de Erfurt üniversitesi Edebiyat fakültesinde
okumuştur.Felsefe öğretmeni olmuş,hukuk üzerine çalışmıştır.Saint Augustinus
Münzeviler Manastırı’nda keşiş olmuş
daha sonra Wittenberg üniversitesinde profesör olmuştur ve aynı yerin
manastırında keşiş atanır.
Anlattıklarına büyük önem verdiği hocası
Biel’in öğretisine göre, düşüşe(yani ilk günahın ağırlığına)rağmen insanın
kendi özgür iradesi içinde kurtuluşa ulaşabileceği olmuştur.
Kilise bu sırada merkeziyetçi bir biçimde
örgütlenmişti gelişen para ekonomisi gereklerine uyum sağlama çabaları
yüzünden. Rahipler giderek dünyevi sorunlara karışmaya başlamıştı. Kiliseye
vergi yoluyla gelir aktarılması Luther’in karşı çıktığı bir görüştü. Kilisede
vaaz veren Luther insanların günahları affı için kilisece para karşılığı
verilen andülijans konusunda papalık’ı eleştirdi. Kaçmak zorunda kalınca da
Wittenberg’e sığındı ve şato kilisesinin kapısına ünlü 95 maddelik
papalık ve kilise eliştirisini astı.İncili tekrar yorumlayarak geliştirdiği 95
tezini ilan eder.Papalıkça aforoz edilecekti fakat kralın kararsızlığı ve
Frederich’in desteği ile görüşlerini yaymaya devam etti.Tezlerde vurgulanan
bazı temel noktalar;
-Papanın bütün
cezaları kaldırması, mutlak olarak her türlü cezayı kaldırması demek değildir. Papa
yalnızca kendi verdiği cezaları kaldırabilir.
-Onun içindir ki
bağışlamadan söz edilip de, papanın endüljanslarıyla bir kimsenin her cezadan
kurtulduğunu öne sürenler yanılmaktadır.
-Çünkü araftaki
ruhların dinsel kurallara göre bu yaşamda çekmesi gereken cezalarını
kaldıramaz.
-Herhangi bir
kimsenin cezalarını toptan kaldırılması söz konusu olacaksa,bu gibi kimselerin
en yetkili insanlar olmaları gerekir,böyleleri ise çok azdır.
-Onun için de, bu
işe giren insanların büyük çoğunluğu ayrım yapmadan bol keseden cezadan
kurtarma vaadleri ile aldatılmaktadır.
Luther tam haliyle 1534’de almanca İncili yayımlamıştır.
Yerel dillerde İncilin okunmasını sağlayarak reformun yayılmasına önemli bir
katkı sağlamıştır.
Lutherciliği anlamak
yolunda iki olay yaşanmıştı birincisi, köylülerin ayaklanarak Luther’in
görüşlerini desteklemesi ve ikincisi, artık kralın kiliseyi destekleme
yetkisini elde etmesidir. Kiliseler devlet kilisesi haline geldiler. Almanya’nın
prensliklerinin dağınık olması Lutherciliği yayamıyordu. Güç kazanan prensler
dolayısıyla eski otoritesini yeniden kazanmak isteyen belli bir akım vardı.Yeni
akımcılar çözüm yolunu Luther’de buluyor ve reform hareketleri ulusal hareket
niteliğini alıyor.
Luther insanı tanrının mutlaka
cezalandıracağını düşünüyordu. Tanrısal adalet ona göre günahkarı cezalandırmak
değil, Tanrı’nın gerçek inananı günahtan kurtarmak iradesindir. Tanrı’nın
sözüne iman edilerek kurtuluşa ulaşılabilir, kişinin kendi eylemleri ile
değil.Eylem(çile çekmek,dua etmek vs) değil de iman öne çıkmıştı.
2.Luther’in
Din ve Kilise Hakkında Görüşleri
A)İnsan
Doğası Sorunu
Luther’in mücadelesi Thomasçılık’tan Augustinusçuluğa
bir dönüş olarak nitelendirilebilir. İyimserlik ve kötümserliğin kesiştiği
noktadır.Hümanist Rönesansçılar iradenin insan yetenekleriyle yüceltilebilme
görüşünü savunurken reformcu Luther’den ayrılıyorlardı.Ayrılan nokta Luther’in
insan iradesine değil iman kavramına önem vermesiydi.Luther, Erasmus’un
görüşlerine şu noktada kesinlikle karşı çıkıyordu:Erasmus’ta insan kendi akıl
yürütme gücüyle,tanrının insandan beklediği eylem biçimlerini ne olduğunu
kavrayabilir; Luther’e göre ise aksine,biz
hepimiz bütün insanlar ilk günah nedeniyle günahkar yaratıklar olduğumuz için
tanrı tarafından terk edilmiş bir durumdayız.Dolayısıyla tüm insanlar
’bağımlı,lanetli,tutsak,hasta ve kavranabilir,bilinebilir bir varlık diye kabul
etmek günahkarca bir anlayıştır.
Luther’in Tanrı’ ya iki yönlü bir nitelik
atfettiğini biliniyor. Luther’e göre Tanrı, bir yönüyle, kendisini ‘Kelam’la
açığa vurmayı seçmiş olan varlıktır. Bu yönüyle Tanrı, kutsa yazılar veya ‘vahiy’ yoluyla kavranmakta, bu
Tanrı’ya dua ve ibadet edilmektedir. Tanrı’nın ikinci yönü ise, gizli Tanrısal
varlık (Deus Absconditus) olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gizli Tanrı’dan ancak
korkulur, korkuyla karışık bir saygı içinde tapınılır.
Luther, önceleri kendisini umutsuzluğa
düşüren ve bir bakıma ‘ruhsal gerilimlerinin’ de kaynağı olan Tanrı’nın insanı
lanetlemiş olduğu varlık anlayışını değiştirmiştir. Bu görüşe göre; her şeye
hakim, gücü yeten ‘gizli Tanrı’ geçmişi bilmekle kalmaz geleceği de bilir.
Tanrı kulları arasında bir ön ayrım yapmıştır ve kimini kurtuluşa erdirmiş,
kimini de düzelmez bir lanetliğe ittiğini kabul etmiştir.
B)Kurtuluşun
Kaynağı:”Sola Fide”
Tanrı’nın
seçilmiş kulları ve lanetlenmiş kulları arasındaki ayrım ilk zamanlar
Luther’i umutsuzluğa düşürdü. Ancak bu
korkulu saygı ile tapınılan Tanrı imanı ile kurtuluşun mümkün olduğu sonucuna
vardı. Tanrı’nın günahkarı cezalandırmaktan çok iman edenleri kurtarmak
olduğunu fark etti.
Luther’in iki
teolojisi;
1)İmanlı olmak
insanın içinde olan bir şey değildir iman insana dışarıdan gelir , ve kaynağı
İsa’da cisimleşmiş kutsal öğretidir.
2) Günahkarın imana
kavuşması ve arınması parça parça değil ve bir anda ve bütüncül bir biçimde
olur.
3) kurtuluş için
gereken imana sadece İsa arcılığı ile ulaşılabilir. İsa tek hakiki yol
göstericidir.
Kilise, Tanrı
ile insan arsında aracılık yapan ve insanı kurtuluşa erdirmede gereksizdi.
Hatta en büyük günah kaynaklarından biri papa ve Katolik Kilisesi idi. bu
görüşü ile Luther genel olarak kiliseye karşı olduğunu belirtti.
3)
Luther’in Siyasal Görüşleri
Luther’in teolojik görüşleri iki yoruma
konu olmuştur. İlki başlangıçta akademik dünyayla sınırlı tartışmalar olsa da
nihayetinde bir devrim hareketine dönüşmesidir. Diğeri ise Luther’in ilk
Hıristiyanlığın eşitlikçi cemaatçı yapısını canlandırmak istediği, bu anlamda
da kendi çağını değişimlerine
“tepkici”(reaksiyoner-gerici) bir karşı çıkışı ifade ettiği yolundadır.
A) “İki kılıç”tan “Prensin Kılıcı”na ya da Dünyevi İktidarın Tekliği
Kilise’nin, kurumsal olarak insan yaşamını düzenleyip onu
kurtuluşa yöneltebilmesi, Luther açısından geçersizdi. Kilisenin Hıristiyan
toplumu içinde herhangi bir güç sahibi olmayacağını belitti. Gerçek Kilise
manevi bir güç olmalıdır. Kilise hem dünyevi hem de ruhani işlerde güç sahibi değildir.
Tanrısal kaynaklı dünyevi
iktidar tamamen ayrı bir konumda olmalıdır. Buradaki kılıcın laik yöneticilere
verilmesi gerektiğini düşünürdü Luther.
Böylece “iki kılıç” kuramını yıkan Luther, gücünü Tanrıdan alan bir
prensin iktidarını meşrulaştırmaktadır. Çünkü Kilise manevi bir kurumdur.
B) Prens İktidarının Nitelikleri
“Herkes üzerindeki yönetimlere tabi olsun” anlamındaki Paulusçu
deyişi kabul eden Luther, prensin iktidarının Tanrı tarafından verildiğini,
dolayısı ile prensin bu iktidarını Tanrının istediği yönde kullanmakla yükümlü
olduğunu belirtir. Prensin gözetmek zorunda olduğu noktalar:
1) prensin hakikate (doğru
dine) bağlı olması
2) kendine gerçekten
uyruklarına adamış olması
3)uyrukları arasında barış ve güvenliği sağlaması
4) doğru dini geliştirmeye çalışması.
C) İtaat Anlayışı
Luther’in “iki kılıç” anlayışı yerine “tek kılıç”
anlayışını kabul etmesi dünyevi iktidarı elinde tutan prensin gücünü sınırlayan
şeyin de bir tür Tanrısal yasa olduğunu düşündürtebilir.
Prensin “kişisel” ve
“vicdani” sınırlarıyla meşruluğu hakkındaki görüşler şöyle özetlenebilir;
1) Bütün iktidarların
kaynağı Tanrı’dır.
2) Prens Tanrıdan aldığı iktidarını Tanrının istediği gibi
kullanmalıdır.
3) Prens iktidarını Tanrısal doğrultuda kullanmayıp kişiselliğe ve
zorbalığa kayıyorsa, bunun nedeni yine Tanrısal istektir.
4) Dolayısıyla, prensin kötülük yapmayı buyurması halinde bile, bunun
Tanrısallığa ters düştüğünü ileri sürmek yani prensin buyruklarına karşı
çıkmamak gerekmektedir.
5) Luther siyasal iktidarın ayaklanma, zora veya kaba güce başvurma
gibi yollarla değiştirilmesinin de karşısında bir tavır almaktadır.
B. THOMAS MÜNZER
1.MÜNZER’İN YAŞAMI
Münzer Frohse’de bir manastırda kalmıştır,
Martin Luther’in 95 tezinin 31 Kasım 1517’de yayımlanması ise büyük ihtimalle
onu kiliseden ayrılıp Wittenberg’e gitmeye teşvik etmiştir. Dediklerine göre,
orada Luther’le karşılaşmıştır, Müntzer Luther’in reformlarının
siyasallaşmasına dair fikirleri yüzünden Luther tarafından küçümsenmiştir.
1519’de Orlamünde ve Jüeterbock’daki kısa görevlerin ardından, Müntzer John Eck
ve Andreas Karlstadt arasındaki (27 Haziran’dan 3 Temmuz’a) ve Luther ve Eck
arasındaki (4 Temmuz’dan 14 Temmuz’a) ünlü tartışmalara tanıklık etmek için
Leipzig’e gitmiştir. Müntzer oradan oraya gitmeye sık sık devam etmiş, 1520’de
Zwickau’ya gitmeden önce 1519 yılının Aralık ayında Beuditz’deki bir rahibe
manastırında günah çıkarma yetkisine sahip rahip mevkisini kabul etmiştir.
2. MÜNZER’İN DİN, TOPLUM VE SİYASET HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Reform hareketlerini başlatanlardan
Zwingli’nin öğretileri Münzer’i etkilemiştir. Zwingli görüşleri:
a)Cemaat demokrasisi ile devlet Kilisesi: iki türlü adaleti vardır; doğru ve hakiki adalet, insanın ruhsal yönüne denk düşen Tanrısal adalettir. dünyevi adalet ise insanların koyduğu adalettir.
Zwingli’nin bu görüşlerini doğrudan doğruya siyasal iktidar ile ilgili sonuçları ise şöyle özetlenebilir:
1) Zwingli, aynı inancı paylaşan insanların oluşturduğu dinsel cemaat içinde “demokrasiyi” kabul eder.
2) Her biri özer durumdaki dinsel cemaatlerin belli bir disipline gereksinimleri vardır. Kilise örgütlenmiş bir gövde değildir, bu yüzden cemaat düzeyinde tek yetkili halktır.
b)Düzene baş kaldırmanın temelleri ve Münzer:
Zwinglinin yakınlaştığı akımlardan biri
reform döneminde yakınlaşan tasvir kırıcılık hareketleri olmuştur. Münzer de bu
tasvir kırıcılığı benimsemiş, bunu mistik ve kıyamet gününün yakınlaştığı
türünden inançlarla yoğurmuş ve eşitlik öğesiyle bunları birleştirmiş radikal
bir düzen karşıtı olma anlamında “devrimci” bir reform hareketini örgütlemeye
girişmiştir.
III. JEAN CALVİN
A.Calvin’in yaşamı
Calvin, insanın zaaflarına karşı çıkan ,kötülüklerin
bu zaaflardan kaynaklandığına inanan dolayısıyla da insanın kendi kendini
disiplin altına alması gerektiğini kabul eden bir anlayışa sahipti. Calvin
cahil kitlelerden çekinen, seçkinci, hatta aristokrat ve tutucu bir kişiliğe
sahiptir.
B.Calvin’in Öğretisi
Öğretisini 3 başlık altında toplamak
mümkündür.
1)Calvin’in din hakkındaki görüşleri
Calvin Luther gibi mutlak hakikatin Kutsal yazılarda olduğuna
inanır.bunun 2 sonucu;kilisenin meşruluk temelini İncil’de bulması ve inanan
Hıristiyanların Kutsal Yazılarla Tanrı ile iletişim kurabilmesidir.Calvin,
insanın kaderini Tanrı önceden belirlemiştir der. Luther için pasif bir imanla
kurtuluş yoluna gidilirken, Calvin bunu aktif eylemlere dayanan bir yaşam
sürmeyle olacağına inanıyordu.
2)Calvin’e göre kilise ve kilise-devlet ilişkileri
Calvin kilise ile devletin, ruhani otorite
ile dünyevi iktidarın ayrı alanlara ilişkin olduğunu kabul eder. Ruhani iktidar
ile dünyevi iktidar arasındaki ayrımın mutlak olmadığını, Calvin’in düşündüğü
anlamda doğru din dini ve onu gerçekleştiren Kiliseyi savunma, koruma ve hatta
bunları geliştirme görevinin de dünyevi otoritenin olduğunu gösteren bir
konudur.
3)İtaat ve Direnme
Dünyevi iktidarlara olan
borcumuz, Calvin’e göre, İncil den verilebilecek sayısız örneklerin de
kanıtladığı gibi “itaat”tir. Dünyevi iktidara itaat etme yükümü ile bağlı olan
bir Hıristiyan , her yasaya itaat etmek zorundadır. Hatta Calvin
daha da ileri giderek yöneticilerin kötülüklerini ortadan kaldırmak ve Tanrısal
görevlerini yerine getirmek için şiddete de başvurabileceklerini
belirtmektedir. Ancak Calvin’in itaat
vurgusu, Luther’in ki kadar ileri gidip adeta mutlak bir itaat halini almaz.
Çünkü Calvin insan eylemini doğru dine uygun bir yaşamı kurabileceğini, bu
yaşamın gerçek kilisede kurumlaşabileceğini kabul etmeye hazırdır. Calvin,
iktidara itaatin mutlak olmadığını, iktidar tanrısal iradenin belirlediği
sınırlarını aşıp , dine karşı çıktığında, itaat edilmemesi gereken bir kurum
haline geldiğini belirtmektedir
IV. DEĞERLENDİRME
Reform hareketinin ekonomik, kültürel ve siyasi sonuçları;
1) Reform hareketinin en dolaysız sonucu; Avrupa ölçeğinde “evrensel” bir örgütlenme olan roma kilisesinin ve bu kilisenin hiyerarşik örgütlenişini parçalamıştır.
2) Reformun tarihsel ekonomik, kültürel arka planını ve siyasal niteliğini göz önüne aldığımızda yine reformla ilgili olarak yapıla gelen bazı genellemelerin yerinde olup olmadığı üzerinde durulabilir.
3) Laikleşme sorununa gelince: reform hareketinin Protestanlık bağlamındaki ürünü, siyasal iktidar ile ruhani otorite ayrımı ulusal bir temele oturtmak değil, ruhani iktidarı siyasal iktidara tabi kılmak olmuştur.
Reform un modern toplumun oluşum sürecine bazı temel katkıları vardır. Yönetim ilkesi olarak otorite ile yönetimin uygulaması anlamında iktidar arasındaki ayrımın ortadan kaybolması, Tanrısal prens’te iktidarın çıplak bir nitelik doğrudan bir zor kullanma tekeli olarak anlaşılmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder